29 Kasım 2013 Cuma

Porno Algısı



Denilenle yapılanın, olması gereken ile olanın, istenenle verilenin aynı olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunun belirgin örneklerinden biri şudur: Türlü yasaklara rağmen en çok porno izleyen, pornografik içeriklerle ilgilenen milletlerden biri olmamız ve kimsenin bunu kabul etmeye yanaşmaması. Sanılan aksine porno izleyen sadece erkekler de değil. Konuya kadınlar da ilgili. Yine de kime sorarsanız sorun kimse porno izlemiyor, hatta pornonun kelime anlamını bile bilmiyor gibi davranır. Çünkü porn kabul edilemez derecede ayıptır, kötüdür, yanlıştır, haramdır. Hep birden fazla sebep ama sadece tek bir sonuç vardır.

Bu konuya nereden geldim? Neden sorusunu sorarak. Cinsellik bu kadar satıyor, en ufak bir dekolte ya da frikikte yüklenen videolar defalarca kez izleniyorsa bir sektörün olması gerekirdi. Ancak yok. Ne doğru düzgün bir porno filmi ne de oyuncusu (Şahin K.yı saymıyorum, kastettiğim komedi değil) var. "Türkiye muhafazakar bir ülke" demeyin demin söylediklerime tekrar bakın. 80ler öncesi çekilmiş porno, erotik de diyebiliriz, filmler vardı. 80 sonrası puf birden kayboldu. 80 dönemine pek hakim değilim yanlışım varsa düzeltin. Sonra ne değişti? Birden ahlakı mı hatırladık? Öyleyse şimdi neden olması gerektiği gibi ahlaklı değiliz?

Bir kadın oyuncu sırtını açınca olay oluyor. Olay olmaktan kastım hemen tepkilerin artması ve insanların yuhalanması değil. Bir şekilde o sırtın gözükmesinden memnun ve daha fazlasını görmeye de hazır bir kitle var. Paracı bir millet değili miyiz? Hey, bu işin içinde para var millet. Birileri göğüs görsün diye milyonlar ödeniyor. Mesajı alın ve yapın bir şeyler. Biraz da cesur olun. Gerçekten bir erkek ya da kadın porno oyuncusu çıksa ertesi gün linç edileceğini ya da İzmir'deki bir porno film şirketini ateşe vereceklerini mi düşünüyorsunuz?

Konu sadece porno değil. En son hangi Türk filmi ve dizisinde sevişme sahnesi oldu bilmiyorum. Alışmışız İngilizce duymaya ya, sanki Türkçe şehvet ve arzuyu dile getiremiyor, Türkçe konuşan bir çiftin sevişmesi mümkün değil gibi geliyor. Sevişmeyi geç soyunan, çıplak görünebilen kaç kişi var bu ülkede? Kadın bedeni üzerine o kadar çok konuşuluyor ki çoğu kadın kendini çekici, güzel bulmasına rağmen hiçbir şekilde kendini gösteremiyor. Gelişmiş ülkelerde özgüven gerektiren bir iş soyunmak. Fiziğinin güzel olup olmaması önemli değil, kendini sevmen yeter.

Çıplaklık içeren her şeyin otomatikman porno sayılması da bambaşka. Tanrıça heykellerinden ortaçağ tablolarına kadar her şey porno ve sanatçılarla heykeltıraşlar da sapık muamelesi görüyor. Birileri cinselliği bu kadar baskı altında tutunca, kitleyince nasıl bir sızıntı yaptığını görüyorsunuz. Bir yanda her şeyden tahrik olanlar diğer yanda hiçbir şeyin tahrik edici olmadığını düşünenler var. 2 uç nokta. Eğer medeni insanlar gibi bunu inkar etmeden kabul etsek ve değişime açık olabilseydik iğrenç çarpıklıklar olmazdı. Bazı insanlar cinselliği öğrenir, kendi cinsel kimliklerini bulabilir ve kendilerini daha rahat ifade edebilirdi. Tecavüz olayları azalır ve tecavüzcüler serbest bırakılmazdı mesela.

Bu dediklerimin olacağına ben bile pek inanmıyorum. Eminim yazıyı okuyanlar da benim sapık ya da abazan olduğumu düşünüyordur. Çünkü iki insanın seks yapmasını izlemek ayıptır, çok kötüdür. Çünkü fizyolojik ihtiyaç denince akla gelen yemek, içmek, uyumak ve boşaltım yapmaktır ve öteki kelime tabulanmıştır. Ne derseniz deyin, yaptığımız yapamadığımız her şeyi ithal ediyoruz. Buna pornografi de dahil.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Kendin Olmak



"Başkası olma kendin ol. Böyle çok daha güzelsin" "Kendin ol yeter." "Be proud of who you are." "Just be yourself" gibi yığınla söz vardır. Toplumun ikiyüzlülüğünü açığa çıkarır kendin olmak, kendi içinde çelişkilidir çünkü.

Toplum senden farklı olmanı istiyor. Tavsiye ettiği bu. Kimseye benzeme, kendi tarzını bul, taklitçi olma, prensiplerin olsun, kimseyi dinleme falan. İyi, hoş ama bir sorun var. Nasıl oluyor da aynı toplum sen farklı olunca birden sana yönelik tavrı değişiyor? Neden farklı olan, olmak istediği gibi olan insanlar hep dışlanan yalnız bırakılanlar?

Bir erkeğin ya da kadının eşcinsel olduğunu söyleyince aldığı tepkileri düşünün. Biraz önce kendin ol demiştin toplum. Ne oldu da bozdun? Kendin olmaktan anladığın senin uygun gördüğün, olması gereken mi? Eşcinseller hep azınlıktalar. Olması gerekene göre onlarda çoğunluk gibi heteroseksüel olmalılar ama olmak istemiyorlar. Kendi tercihleri bu yönde ve aynı toplum istemiyor diye inat ettikleri için başlarına neler geldiğini görüyorsunuz. Bazıları bu yüzden kimseye göstermeden gizli gizli yaşıyor. Toplumun istediği heteroseksüel maskesinin ardına gizlenmiş homoseksüeller onlar. İnanç konusu da aynı ve kişiyi ilgilendiriyor. Sırf farklı bir inanca sahip olduğu için şiddete maruz kalan insanlar var. Neden birinin ateist olması toplumu bu kadar çok rahatsız ediyor anlayamıyorum. "Burası Müslüman bir ülke ve bu ülkede yaşıyorsan Müslüman olacaksın!" diye bağıranlar bu toplumun bir parçası. Hep bir ağızdan atılmayan ama kazılı "kendin olma, bizden ol" sloganı hakim. Farklı ırktan olanlara ne yapacaksın toplum? Bir Afrikalı mesela ne yapsın kendini beyaza mı boyasın? Genleriyle oynayıp ırkını mı değiştirsin? Bu bahsettiğim insanlardan biri değil ama bu onları kabul etmediğim onlara saygı duymadığım anlamına gelmiyor. Kimseyi böyle olmayacaksın diye zorlamam. Dürüst olmalarını "mış" gibi davranmalarına tercih ederim.

Kendimden de örnek vermek istiyorum. Futbol bu ülkenin afyonu. Sırf bu yüzden sadece futbol üzerinden tanışan, top oynayarak sosyalleşen, aynı hakeme hep beraber küfür ederek mutlu olan insanlar var. Ben sevmedim. Toplum benim sevmem için hiçbir şey yapmadı. Gözlüklü olduğunuzu, suratınıza top çarptığında o gözlüğün ve yüzünüzün zarar göreceğini düşünün. Çoğunlukla kaleye konduğunuzu ve yediğiniz her gol için sizinle dalga geçtiklerini, topu almaya çalışırken çalımlamak yerine sakatladığınız ve size küfretmeye başlayan her bir çocuğu düşünün. İlerde elinizi futboldan tamamen çektiğinizi ve biri sorduğunda sırf bir cevap vermek için çocukken sevdiğiniz renklere sahip takımı tuttuğunuzu söyleyin. Ben bir Türk erkeğiyim ve içinde yaşadığım toplum topu izleyen bir çift göz daha istediği için benden futbolu sevmem istendi. Ne biçim gençsin sen, futbolla insanın az bir alakası olur şeklinde çirkin lafların hedefi oldum. Sadece bir top oyununa yönelik tepkimdi bu. Ne kötü ki eğer futbolla daha ilgili olsaydım şu an daha geniş bir çevrem olurdu. Daha da saymalı mıyım bilmiyorum. Sırf bu ülkede yetişiyor ve her yerde var diye çay sevmediğim için o biçim Türk, abazanlar gibi kadınların memesinden götünden konuşmak istemediğim için şu biçim erkek, cahilliğe iyi gözle bakmadığım için elit, hakkımı savunduğum için çapulcu oldum.

Sözüm sana toplum. Bana yalan söyleme. Gerçekten ne istiyorsan söyle ki bileyim ve buna göre adım atayım. İşine gelmiyor, sevmiyorsun diye senin istediğin biri olmak zorunda değilim. Niyetin saldırmaksa eğer sana açık hedef olmak istemiyorum.

Bilgi Kalabalığı



Kardeşimle konuşuyordum. Bana Homeland adında bir diziden bahsetti. Metascore puanı yüksekmiş, şöyleymiş böyleymiş. Ben ilk defa duyduğumu söylediğimde şaşırdı, nasıl bilmezsin lan hiç mi görmedin diye. Dizi konusunda benden daha hakim olmasını geçersek ve tanıdığım kimse izlemiyorsa, baktığım blog tumblr sayfalarında adı yoksa nasıl haberim olabilir bu diziden? Yani o kadar çok dizi var ki, tümünü bilmek mümkün mü? Çekilmiş ve sonlandırılmış yüzlerce dizi var, devam edenler var ve yenileri yolda Dizilerde durum bu iken herhangi bir bilgiye ulaşmak gerçekten kolay mı sizce?

Oldukça zorlayıcı bir etmen bu durmak bilmeyen yeni bilgi akışı. Güncelliğin önemli olmadığı şeylerde sorun yok, daha sonrada izlersin dinlersin. Ama her gün paylaşılan milyon tane yeni haber ve yazı var. Tumblr'da takip ettiğim 177 sayfa ve twitter'dan takip ettiğim 172 hesap var. Hangi birinin paylaştığına bakacağım lan ben? Birininkini okusam öbürünü atlıyorum ve atlamak zorunda kalıyorum. Aynı gün içinde ünlü birinin paylaştıklarını takip etsem, öbürünün yazdığını okusam, bir grubun yeni çıkan şarkısını dinlesem bir topluluğun videosunu izlesem zamanım bitecekmişcesine harcanıyor.

İnternette bu kadar vakit geçirmemizin nedeni bu olmalı. Hem de ne vakit, çılgınlar gibi sörf yapıyoruz.


26 Kasım 2013 Salı

Zor Yol


Hayatın bize 3. seçenek sunmadığı zamanlar vardır. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, pahalı ve ucuz gibi... Öğrenmek için de iki yol vardır. Kolay ve zor yol. Her ne kadar hayatı, kaderi, dünyayı yaşadığımız kötü şeyler yüzünden suçlasak da zor yolu seçmede suçlanacak bir kişi vardır. Kendimiz. Normalde bu kişisel bir yazı olmalıydı ama ben çektim siz de çekmeyin diyebilmek için buraya yazıyorum çünkü herkesi ilgilendiriyor. 

Birileri kabul etmek istemese ya da görmezden gelse de sonuç olarak bencil varlıklarız. Doğanın üstün olan hayatta kalır kuralından kopamadığımız için güçsüz olmak istemiyor ve güçsüz olanları istemiyoruz. Bir sorun olduğunda, karar verileceği zaman onu dinlemeyi tercih ediyoruz. Diğer insanlara muhtaç olamayız, hem onların dedikleri olursa ben diye bir şey olur mu? İçimizdeki ses yanlış olsa bile dışarıdaki sese göre daha tatlı geliyor. Acı gerçekleri duymayı istemeyiz. Dolayısıyla tatlı dil ile okşanan ego denen yılan da deliğinden çıkıp gezinmeye başlıyor. Ancak ego zehirli bir yılan ve içimizde gezindiği sürece bizi de zehirliyor. Yine de o bizim yılanımız ve onu severiz. Bir gün bir şey suratımızda tokat gibi patlayana kadar severiz.

Eğer başta diğer insanları dinleseydik, bize yardımcı olanlara kulaklarımızı tıkamasaydık kolay yoldan giderdik. Ve yanlış kararlarımız bizi üzücü, acı verici yerlere götürmez başarısızlıklarda batmazdık. Zor olan yolda sürünmezdik. "Bir musibet, bin nasihatten iyidir." sözünden nefret ediyorum ama gerçek. 

 Her zaman haklı çıkamazsınız. Son kararı verecek olan yine sizsiniz ancak her zaman doğru kararı veremezsiniz. Bu yüzden size tavsiyede bulunan bir aileniz, arkadaşınız, büyüyüğünüz varsa biraz kendinizi zorlayın ve dinleyin. Bunu yapmak zor kendimden biliyorum yine de daha zoru yaşamamak için değer.

10 Kasım 2013 Pazar

Hayal Kırıklıkları Kitabı


Kitap okumayı görev, zorunluluk olarak gördüğüm için hiç rahatça keyif alarak kitap okuyamıyorum. Aslında okumuş olmam gereken pek çok klasik var ama çoğu, kabaca, tuğla gibi olduklarından gözüm korkuyor. Bu yüzden o seviyeye gelene kadar ince ve mümkünse ilgimi çekebilecek kitapları bitirmeyi amaçladım.

Hayal Kırıklıkları Kitabı'da onlardan biriydi. Sırf adı yüzünden (kapağını da saymazsam olmaz çünkü kargaları severim) bir kitabı alır mısınız? Ben aldım. Çok hayal kuran ve fazlasıyla hayal kırıklığına uğrayan bir insan olarak kendimden bir şey bulurum diye umutlanmıştım. İroniktir ki bu kitap benim için bir hayal kırıklığı oldu.

Margit Schreiner'in yazdığı kitap ölmüş bir kadının ağzından yaşadıkları sıkıntılar, doğumdan ölüme uzanan yoldaki hayal kırıklıkları. Bana hitap eden bir hayal kırıklığına denk gelmedim. Yazarı ve dolayısıyla ana karakteri bu konuda çok suçlayamıyorum. Sonuçta kız çocuğu olarak yetiştirilmedim, 60larda çocuk olarak yaşamadım ve Alman ailem olmadı. Yine de bu kadar üslubun sıkıcı olmasını beklemiyordum. Bebeğin gözünden anlattığı kısımlar da bana biraz mantıksız ve rahatsız edici geldi. Şunu şöyle yapmak istersin ama annen müsaade etmez bu yüzden kötüdür gibi bir şeyler anladığımı düşündüm. Yanıldığımı zannetmiyorum. Bu arada Kitabın adı Virgüller Kitabı da olabilirmiş. Artık çeviri yüzünden mi yoksa yazarın kendi tercihinden mi nedir kitapta o kadar virgüllerin desteğiyle o kadar uzun cümleler var ki. Cümleler virgüllerle bölünmüş, lastik gibi uzatılmış.

Peki hiç mi iyi bir şey yok kitapta? Sert, sindirmesi güç tespit ve gerçekler var. Yaşlılığı anlattığımı kısmı biraz olsun yaşlı insanları anlamamamı, empati kurmamı sağladı. Sonuçta bebek olmak, yaşlı olmak ne kadar güzel sanıyorsunuz.

Bir not düşmek istiyorum. Bir daha sırf kısa olduğu ve ilginç gözüktüğü için gördüğün her kitaba atlama.


6 Kasım 2013 Çarşamba

Spoiler Nedir?



Yakınım biri bazen herkesin senin bildiklerini bilmesini bekliyorsun dedi. Doğru söyledi. İlgi alanımda olan bir konu hakkında konuştuğumda karşımdaki fikir sahibi olmayınca şaşırıyorum. Troll face'i bilen ama 9GAG'in ne olduğunu bilmeyenler, Pokemon'u bilen ama anime ne demek bilmeyen insanlar gördüm. Onları suçlamıyorum, sonuçta bilmemeleri kendilerini ilgilendirir beni değil. Ancak bilmedikleri bir şey beni etkiliyorsa buna sessiz kalamam. Spoiler da bunlardan biri. Cidden bunu yazmalı mıyım, film dizi izleyen biri az buçuk biliyordur zaten diye düşünsem de ben elimden geleni yapayım en azından sonrasında daha az şikayet ederim diye başladım.

Spoiler, şaşırtıcı bir şekilde, İngilizce bir kavram. Doğrudan çevirirsek zevk bozan, bozguncu anlamlarına geliyor. Kulağa garip geldiğinin farkındayım bu yüzden bir örnekle açıklayacağım. Okuduğunuz bir kitap var diyelim. Çok merak ettiğiniz bir kitap ya da çok sevdiğiniz bir yazarın son kitabı. Kitabın başlarındasınız. Okumaya ara verip dışarı çıktınız ve bir kafede kahve içmeye karar verdiniz. Kafede otururken yan masadan bir adam kitap hakkında arkadaşıyla konuşmaya başladı ve kitabın sonunu, sonunda ana karakterin öldüğünü söyledi. O kişi spoiler vermiş yani kitapla ilgili bir bilmemeniz gereken bir sürprizi, sonunu anlatmıştır. Bunu duyduğunuz için canınız sıkıldı ve artık kitaba ne devam etmek ne de bitirmek istemiyorsunuz. Bu sadece bir örnek. Bu kafedeki herifin sizin kitabı okuduğunuzdan haberi yoktu ve muhtemelen arkadaşı da kitabı okumuş olduğu için sonuyla ilgili tartışmak istemiştir. Kasıtlı olarak sizin kitap zevkinizin içine etmek için yapmadı.

İnternette de pek hoş karşılanan bir şey değil bu yüzden forum ve sözlüklerde özellikle -spoiler- şeklinde belirtilir ya da buton altında gizlenir. Zaten genelde insanlar gıcıklığına spoiler vermez. Verdiklerinde çoğu zaman düşüncesiz davrandıkları içindir. Ama düşüncesiz davranmaları bir mazeret olarak kabul edilemez. Ben her girdiğim sitede acaba bir şey görür müyüz diye temkinli olmak zorunda değilim. Bir dizi konuşulduğunda orayı terk etmek, konuşanları susturmak zorunda da değilim.

Umarım bu yazıyı düşünceli birileri okur da bunun yanlış olduğunu anlarlar.

5 Kasım 2013 Salı

Battle Royale (バトル・ロワイアル)



Ergenlerin ölüm kalım savaşı


Battle Royale 1999'da çıkan aynı adlı romanın Kinji Fukasaku yönetmenliğinde 2000'de çekilen absürd denebilecek bir gerilim filmi. Mangası da varmış ama filmini izlediğim için kıyaslama yapmadan sadece filmi anlatacağım. Gelecekte gençler arası şiddet olayları hayli yükseldiği için hükümet önlem olarak bir grup liseli genci bir adayı gönderir ve onlara bir oyun hazırlar. Herkese içinde silah olan bir çanta verilecektir ve hayatta kalan son kişi serbest kalacaktır. Yani gün gelecek en yakın arkadaşların bile birbirini öldürmesi gerekecek.

Depresif, atarlı diye dalga geçilen ergenlerin eline silah tutuşturur ve onları bir adaya hapsederseniz ne olur tahmin edin. Tam bir kaos ortamı. Bağıran çağıran, ki Japonca toleransınız yoksa eminim rahatsız olacaksınız, birbirlerine saldıran gençleri görmek mafya çatışmasından daha korkutucu geliyor. En korkuncu ise bazılarının katil olmaları ve buna zorlanmaları değil bu işi seve seve yapmaları. Yani herif zaten öldürmek için bekliyordu, silah verdiler ve sıka sıka gidiyor. 


Bir açıdan bakacak olursak filmin eleştirdiği bir şey var. Fena bir konu da sayılmaz. Oyunculuklar desen iyi, Takeshi Kitano var mesela öğretmen rolünde. Peki nesi kötü? Fazla şiddet içeriyor mesela, sanki sürprizmiş gibi. Bu kadar tepki almasının bir başka nedeni ise bazı filmcilerin tabu olarak saydığı çocukların öldürülmesi olabilir. Birileri, o ona aşık olmuş o böyle hissetmiş diye şikayet etmiş yorumlarda. Ya hormonların tavan yaptığı bir dönemde ne bekliyordunuz, odun gibi durmalarını mı? Film bana fazla müzikli geldi -adada çalan klasik müzikten bahsetmiyorum- ara sahneler daha sakin geçebilirmiş. Kitap uyarlaması olduğu için yine onu bunu çıkartmışlar, yeterince iyi anlatamamışlar deniyor. Zaten kaç film kitabından iyi ki? 





Bazı Casual Oyunlar



Oyun yazarları casual oyunlarla (basit oynanabilirliği olan, kısa oynanış süresi olan, herkese hitap eden oyunlar) pek ilgilenmez ve kimi zaman uzak dururlar. Normalde şu an harcadığım enerjiyle daha önemli bir oyun incelemesi yazabilirdim ancak son zamanlarda fazla popüler olan Facebook ve akıllı telefon, tablet oyunlarıyla ilgili söylemek istediklerim var. Paylaşıp kurtulmak istiyorum.

En popüler olanlar içinde saga geçenler olduğu için, Candy Crush'ı ele aldım. Bejeweled tarzında bir oyun. Amaç aynı renkte olan cisimleri, bunlar Bejweled'da elmas zümrüt gibi değerli taşlar iken Candy Crush'ta şekerler olur, birleştirip puan toplamak verilen görevi tamamlayarak bölümü bitirmek. Kolay gözüküyor değil mi? O kadar da değil. Oyunda bölümler varsa yapısı gereği giderek zorlaşmalıdır. Candy Crush böyle. Ancak...

Bejweled: Blitz'i saymazsak Bejeweled paralı. Önceden parasını verir, ya da korsanını indirirsiniz, sonra bir daha uğraşmazsınız. Candy Crush'ta ise oyun bedava ama oynarken oyunu kolaylaştırmak için para vermek nedir? Böyle salakça bir mantık olabilir mi? Hamle sayısının az oluşu ve şekerlerin gelişi o kadar zorlayıcı ve saçma bir hal alıyor ki salak bir jöle ya da vişne yüzünden bölümü bitiremiyorsunuz. Fazladan hamleyle ya da lolipop kırıcı ile bitirmeniz mümkün ancak elinizde yoksa para vermelisiniz. Bölümü geçmek için haklarınız bitene, arkadaşlarınızdan dilenene ya da can alana kadar tekrar oynamanız gerekiyor. Oyunun bitişi de uyuz. Önce kızın gözleri yaşlanıyor ve beni suçluyor. Jöleyi temizleyememişim. Sonra da canım kalmadığı için kalp ağlıyor! Bir güzel bekletiyor oyun beni ki bunu tercih eden benim, kimseye davetiye yollayacak ya da cana para verecek değilim. Oyunu Android telefonumda oynadım. Bu yüzden eleştirebiliyorum, hiç oynamadığım bir şeye bok atacak değilim Elimde ilk başta güçlendiriciler vardı. Yeri gelince hepsini kullandım, sonrasında tekrar gelmedi. Bir bölümde yüksek puan yapıp 3 tane yıldız alıyorum, ama neden ödüllendirilmiyorum? Çünkü para ile almam gerekiyor. Madem hava atmak dışında bir halta yaramıyor o zaman neden yıldız var?

Tek tek açıklama yapmak yerine. Diğer benzeri oyunlar da aynı yapıda olduğu için genelleme yaptım. Farm Heroes var mesela, onda da aynı meyve sebzeleri eşleştirmeniz gerekiyor. Kaybedince de çiftlik hayvanları ağlıyor. Oyunu eğlenmek için oynarsınız, sinirlenmek için değil. Bu tarz oyunlar eğlencenin yanında bile geçemiyor.

Sırf zaman geçsin diye bunu oynamak yerine kitap okusaydım bana daha çok şey katardı. Size de.