26 Mayıs 2013 Pazar

Çocukluk Animelerinden Kopamamak



Çocukluğunu 20. ya da 21. yüzyılda yaşayabilmiş her çocuğun sevdiği, onu ekran karşısına kilitleyen çizgi diziler vardır. Japon çizgi dizilerinin, yani animelerin de özel yeri vardır. Şanslı her çocuk mutlaka bir anime izleyebilmiştir.

Geçmişe bakıyorum hangi animeler bu kadar çok sevildi diye. En ağır basanları Tsubasa, Pokemon, Digimon, Şeker Kız Candy ve Heidi.



Captain Tsubasa özellikle erkek çocuklarının sıkı takip ettiği animelerden biriydi. Konu futbolla alakalı olduğu  için tabi ki de. Yine de öyle bile olsa arkadaşlık, birlik beraberlik, Wakabayashi için bile izlenirdi. Ben hiçbir zaman futbola yakın olmadım, küçükken de pek sevmezdim. Yine de oturur izlerdim. Candy Candy'i çok az hatırlyorum o yüzden yorum yapamıyorum. Heidi de bizim bildiğimiz Heidi işte. Büyükbabasıyla Alpler'de yaşıyor, Peter ve Clara var. Pokemon demek Pikachu demektir. Digimon'da Pokemon'un özentisi gibi gözüken ama ona göre daha ciddi başka bir anime.

Kısaca özetlemiş oldum. Başlığa "Kopamamak" yazdım. Ama burada kastettiğim, çok iyi olduğu için kopamamak, geçmişe duyulan bir hasret değil. Yayınlananlara olan bağlılık ve başka da anime bilmemektir.

Beni rahatsız eden şey bu animeler değil. Bizim gençliğin bu animelere olan bakış açısı. Yani, Japon çizgi filmi diyenler o kadar çok ki. Diğer ülkelerde de anime deniyor, nesi bu kadar zor olabilir söylemenin anlamıyorum. Neden uzun halini söylüyorlar? Çünkü bilmiyorlar ya da umursamıyorlar. Basit.



Dünya üzerinde şu an en popüler anime Pokemon olabilir. Emin değilim. Yine de böyle bile olsa her anime konusu açıldığında sadece Pokemon hakkında konuşmak ya da sırf futbola olan sevgi yüzünden Tsubasa dışında başka anime bilmemek nedir ya? Farklı türlerde yüzlerce anime var. Doğaüstü den bilim kurguya kadar. İnsanın hiç biriyle alakası olmaz mı? Olay şu: Demin bahsettiğim animeler önlerine kondu, izlediler ve çocukluk dönemleriyle beraber bitti. Hâlâ da aynı şeyler üzerine konuşuyorlar. En son çıkanları geçtim, bu bahsettiğim kitle, Death Note, Bleach gibi daha popüler animelere bulaşmadı bile. Ne yazık ki, ilerde de onları anime izlemeye heveslendirecek kadar katkıları olmamış bu animelerin. Tabi merak etme yoksunluğunun da önemli bir yeri var.

Konuyla doğrudan alakası olmasa da beni rahatsız eden bir başka şey anime izlememle dalga geçilmesidir. Bazı ortamlarda anime izlediğimi anlattığımda hemen cıvıklaşıp, hentai mi, gibisinden sorulara ya da çocuk musun gibi tepkilere maruz kalıyorum. Elfen Lied ne kadar çocuksu bir animedir ya da Bible Black dalga geçilecek bir şey midir izlettirip görmek lazım.

Balık Kraker Reklamı



Reklamları eleştirebilirsiniz. Tüketmemiz için gözümüze sokulmaları, ihtiyacımız olmayan şeyleri kullanmamız gerektiğini, başarılı olmak için o ünlü adamın şu ünlü saat markasını takmak isteyeceğimizin düşünülmesi... İnsan bir kraker reklamını eleştirir mi? Ben dayanamadım.

Reklam şöyle: Balık krakerin bir tanesi dert yanıyor, vay efendim bir reklam yapılacakmış ama sözde yapmıyormuş bunlarda unutup soramıyorlarmış. 40 yıllık bizim reklamımız yok 3 günlük ürünlerin bile reklamı varmış. Bu balık bunları söylerken öbürü de not alıyor. Dellenen balık öbürünün not aldığını görünce ne yaptığını soruyor o da not aldığını yoksa unuttuklarını söylüyor. Neyi unutuyoruz, ne neyi unutuyoruz falan. Reklamın başında balık krakerlerinin reklamının olmadığını söylüyorsun, onu nasıl unutmadın peki?

Bu kadar büyütecek ne var manyak mısın, diyeceksiniz eminim. Tutarsızlığa dayanamıyorum. Balıkların hafızaları gerçekten o kadar kısa değil. Bunu hâlâ öğrenmemiş olup bir de üstüne espri yapmak acizlik resmen. Bulunduğum çevrelerde "Haha çok seviyorum o reklamı." diyenler oluyor. Kimseye, ben sevmedim tutarsız bir reklam olmuş, diyemedim. Amaç ciddiye almak olmadığı için, özensizliğe tepki göstermeyerek bunu kabullenmiş oluyoruz.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Çanak Anten Gereksizliği



Eskiden izleyecek kanal yoktu. Ben o tek kanallı günleri göremedim. Ama değişen pek bir şey olmamış, yine izleyecek bir kanal bulamıyorum.

Apartmana çok gerekliymiş gibi uydu bağlatıldı. Yazlıkta da var uydu oradayken de kullanışlı değil. Kanal taraması yapıyor, listeye giriyorum ve kendimi sıralanmış binlerce farklı çöpün içinde buluyorum. Belki izleyebilirim dediğim kanallar kilitli. Kalan kanallarında ya dilini bilmiyorum ya da saçma sapan yayın yapıyorlar. Sözde seks kanallarında bile doğru düzgün seks yok. Ne olursa olsun vadedilenle verilen özdeşmiyor.

"Televizyonunu, beynini neden kirletirsin"i geçtim, neden evini ya da apartmanını bunları takarak kirletirsin ki?

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Rotasizm



Tıpta, R sesini telaffuz edememe ya da etmekte güçlük çekme, konuşma dilinde R'leri söyleyemek diye geçer. Küçüklüğümden beri bu sorunla yaşıyorum. Bizim gibi insanlardan pek bulamazsınız. Nedendir bilmiyorum sempatik buluyor R'leri söyleyemediğimi fark edenler. Çocukken ne feciydi. Dalga geçer, zorla R'li kelimeler kurdurtmaya çalışır ya da R'li kelime kurmamı beklerlerdi.

Sürekli egzersiz yaparak bu sorunun aşıldığını okudum birkaç kere. Ama ya ben istikrarsızım ya da kesinlikle bende işe yaramıyor. Çok şikayetçi değilim. Alıştım. Bazen farkında bile olmuyorum, ta ki ses kaydımı dinleyene kadar. Ne kadar havalı cümleler kurarsam kurayım, sırf bir harf yüzünden beklenen etkiyi yaratamıyormuşum gibi hissettiğim oluyor. Yazmak bu yüzden güzel. Ben okumak zorunda kalmıyorum.

R harfi hep erişemediğim bir harf olarak kaldı. Bu yüzden içinde R olan kelimelere çok anlam yüklerim. R'nin şekli de çok hoşuma gider. Her ne kadar ses benzerliği olmasa da Я (ya) harfi ters R'dir benim için.

19 Mayıs 2013 Pazar

Drawn Together



Ofansif çizgi dizi

Şimdiye kadar pek çok çizgi dizi seyrettim. İçlerinde belki en kötüsü diyemesem de en ofansif olanı Drawn Together'dı. Ren & Stimpy bile bu kadar rahatsız edici olamıyordu. Kısaca bahsetmek gerekirse, Biri Bizi Gözetliyor tarzı bir programda popüler karakterlerin parodilerini aynı çatı altına soktukları bir çizgi dizi. Tabi bu parodi karakterler parodiliklerini sonuna kadar kullanıyorlar. Denizkızı Ariel ne kadar masumsa, Prenses Clara o kadar ırkçı. Karakterlerin hepsi pislik olur mu abi? Wooldoor Sockbat bile iyi değil.



Elbette yaratıcı şeyler var ve zaman zaman komik gelebiliyor, nasıl düşünmüş adamlar dedirtebiliyor ama yüzdeye vurduğumda o kadar az ki. Düşünce ve ifade özgürlüğünün arkasındayım. Ancak bu kadar da uç noktalara getirilmesi de, var olan hakkı diş macunu tüpü sıkmak gibi zorlayıcı. Tüm bir ırkı, birilerini güldürmek adına aşağılamak ne derece soyludur bilemiyorum ve bunun gibi şakalar sürekli yapılıyor. South Park'ta zaman zaman çok saldırgan olabiliyor ama en azından komik. İçinde bir şekilde ciddiyet oluyor, Drawn Together gibi saçmalık adı altında zorlama iğrençlikler, gereksiz bir görüntü kirliliği, vahşet, cinsellik, 3. sınıf şakalar yapılmıyor South Park'ta. 



Dizi 3 sezon Comedy Central'da yayınlandı ve filmiyle beraber sona erdi. Ben bu kadar ezdim diziyi, izleyip izlememek size kalmış.

Boşaltım

Biyolojik gereklilikler içinde en nefret ettiğim vücüt faaliyetlerdir. Bebeklikten başlayıp ölene kadar gidiyor. İkisinde de duruma göre altını değiştirecek birine ihtiyaç duyuyorsun. Bebeklik günlerini hatırlamıyorsun, yaşlılıkta da nasılsa ölüp gideceksin.

Çoğu zaman insan olduğumuzu unutuyor ve unutmak istiyoruz. Bu gizli saklı içimize işlemiş bir tanrı olma arzusundan kaynaklanıyor. Ama en iyi yanlarını kendimize yakıştığımız için yiyip içmek de istiyoruz. Bir yandan da nankörlük her şeyi yiyip sıçmayı ve her şeyi içip işemeyi istememek. Kendimize bunu yakıştıramıyoruz. Hoş, dünyanın içine ettiğimizi kabullenmeye göre daha kolay ya.

Komiktir kadınların tuvalete sadece makyaj için gittiğini düşünenler var. Özellikle Victoria's Secret modellerine o kadar abartılı bir hayranlık duyuluyor ki insanlar onlara tanrıça gözüyle bakıyor. Öyle bir lüksü ve şöhreti ancak tanrıçalar hak eder zaten. Halbuki onlar da biz ne yapıyorsak aynısını yapıyorlar. Elma şarabı işeseler, çikolata sıçsalar, parfüm osursalardı o zaman farklı olurdu.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Gidecek Erasmus Öğrencilerine Tavsiyeler - 1 -



Ben geçen dönem Erasmus'la Finlandiya'ya gittim. 1 dönem kaldım ve yeni yıla girmeden döndüm. Çok ilginç tecrübelerim oldu. Başka bir yazıda onlara değineceğim. Eğer Erasmus'la bir ya da iki dönemliğine gitmeyi düşünüyor ve başvurduysanız bu yazıda size kendi yaşadıklarımdan örnekler vererek tavsiyelerde bulunacağım. Hazırsanız başlayalım.

э  Erasmus'un en sinir bozucu yanı başlangıç yani başvurma olayının tamamıdır. Başvuran arkadaşınız varsa bu çileyi zaten az çok öğrenmişsinizdir. Karşı üniversiteyle yazışmalar, belge alışverişleri olacak. Ne yazık ki pasaport, vize ve oturum izni için başvurmanız gerekecek. Bu biz Türk öğrencileri uğraştıran bir durum çünkü Avrupa Birliği'ne üye değiliz. Diğer Avrupa'lı öğrenciler gibi elimizi kolumuzu sallayarak ülkelere giriş yapamıyoruz. Benim İtalyan bir arkadaşım vardı. Adamın pasaportu bile yoktu ama Finlandiya'ya rahatça girebilmişti. Sizi uğraştıracaklar. Sabahın köründe okumayı planladığınız ülkenin büyük elçiliğine gitmeniz gerekecek. Bazen randevu almadan gidebiliyorsunuz çünkü her ülkenin uyguladığı prosedürü farklı. Bazı ülkelere vize almak daha zor. Çek Cumhuriyet'i vize verirken çok bekletiyor diye duymuştum. Vize için gerekli belgeleri toplamanız gerekecek, masrafa gireceksiniz. Oraya gidince dönmeden almanız gereken belgeler olacak. Belgelerde bir sorun çıkarsa değişiklik yapılması gerekecek. Sabırlı olun, hepsine değiyor.

э O ülkeye daha önceden gitmiş insanlarla iletişime geçin. Arkadaş arasında, ben Erasmus'la şuraya gidiyorum dediğinizde bir ihtimal oraya giden tanıdığı olan birini bulabilirsiniz. Dediğim gibi her ülkede hayat farklıdır. 

э Zaten İngilizce'niz yetersizse başvurmanız mümkün değildir. Ama sınavlardan geçer not alsanız bile pratikte ve konuşmada eksiklikleriniz olduğunu düşünüyorsanız oturun İngilizce çalışın. Dizi, film izleyin, müzik dinleyin, yabancılarla yazışın, ne gerekiyorsa yapın. Eğer İngilizce bilenlerin az olduğu bir yere gidecekseniz İngilizce'niz iyi olsa bile sıkıntı yaşayabilirsiniz. Şimdiden survival seviyesinde o dilden bir şeyler öğrenin.

э Eğer tek başınıza gidiyorsanız yalnız başınıza kalacaksınız demektir. Uçağa falan tek binersiniz mesela. Gideceğiniz ülkeden, mesela İtalya'dan, arkadaş edinmeye çalışın. Artık bir forum yoluyla mı bulacaksınız, mektup arkadaşınız mı olacak orası size kalmış.

э İstanbul üzerinden uçaçağınız ve çoğunlukla gittiğiniz ülkenin başkentine gitmeniz gerekeceğinden fırsatınız varsa orada en az 1 gece kalın. Şehri gezin.

э Kaybolma ihtimaliniz yüksek. Gitmeden önce gideceğiniz yeri iyice araştırın. Gittiğinizde Tourist Information Office'leri bulduğunuz anda abanın. Yerel halka soru sormaktan da çekinmeyin.

э DAS adında öğrencilere ev sağlayan bir şirket vardı Rovaniemi'de. Gitmeden ev için internet sitelerinden başvurmuş, sözleşme imzalamış, gitmediğim evin depositosunu hatta ilk ayın kirasını bile ödemem gerekmişti. Gitmeden kalacağınız daire için böyle bir şirket üzerinden başvuracaksanız yazılanları iyice okuyun. Son günleri kaçırmayın. Geç kalırsanız evi başka birine verebilirler ve açıkta kalırsanız gittiğinizde kalacak yer bulana kadar sıkıntı yaşayabilirsiniz. Karşı tarafın üniversitesi ve öğrencileri size yardımcı olacaktır.

э Odanızı kimseyle paylaşmak zorunda kalmayın. Benim oda arkadaşım David adında bir Alman'dı. Kendisi Bremen'liydi. Her ne kadar Berlin Duvarı seneler önce yıkılmış olsa da hâlâ görünmez bir duvar var derdi başka bir Alman arkadaş. Aslında sessiz, sakin bir adamdı ama temizlik, sessizlik konusunda fazla titizdi ve kurulan her cümleyi düzeltmeye çalışırdı. Genelleme yapmak istemiyorum ama bu adam, soğuk disiplinli Alman profiline uyuyordu. 27 yaşında olmasının da etkisi vardı tabi. Nasıl bir aileden geldiğini bilemem. Ya çok kafa bir adam olsaydı bile sıkıntılar bitmeyecekti. Doğru düzgün bir özel hayatım olmadı. Bugün ben temizledim, yarın sıra sende  Uyuyacak diye odayı terk etmek zorunda kalıyordum çünkü netbook'un ışığından ve sesinden rahatsız oluyordu. Temelli Almanya'ya döneceği zaman adamın gidişine sevindim, oh be bir süre rahatım diye.

э Mümkün olduğunca az ev arkadaşınız olsun ve yabancılarla kalın. Kalabalık olduğu takdirde, ortak alanlarda yığılma olacak. Buzdolabında yer sıkıntısı yaşayacak, tuvalet için sıra beklemeniz gerekecek. Kültür farklılıklarından ötürü sıkıntı yaşayabilirsiniz belki ama farklı kültürden insanları tanımak için en iyi fırsat bu. Evi paylaşacağınız insanları seçme şansınız olmayabilir. Bazı öğrenciler sizden yaşlı ya da genç olabilir. Eşyaları konusunda çok pimpirikli, ev konusunda çok titiz olabilirler. Bu yüzden kibar olun.

э Paranız ve imkanınız varsa tek kalmak rahatlatıcı olabilir ama sıkıcı olacağını da söylemem gerekiyor.  Bu fırsatı değerlendirin. Sadece Türklerle kalmayın. O zaman sürekli Türkçe konuşur durursunuz.

э Sadece ve hep Türkler'le takılmayın. Zaten senelerdir bu ülkede aynı milliyetten insanlarla yaşıyordunuz. Orada da eksik olsunlar biraz. Tamam, belgelerde ya da derslerde size yardımcı olabilirler. Birbirinize destek de olabilirsiniz. Ancak size köstek olacakları, işlerini yaptıracakları, başınıza ekşiyecekleri ihtimalini de unutmayın. Özellikle diğer Türklerle yakın değilseniz.

э Gittiğiniz yerde sadece Avrupa ülkelerinden öğrenciler olacağını düşünmeyin. Japonya'dan da gelen olabilir, Rusya'dan da, Pakistan'dan da. Sonuçta tek değişim programı Erasmus değil. O insanlarda vize için başvurup gidiyorlar. Sırf bu yüzden biraz olsun yakınlık hissedebilirsiniz.

э Bu zor biliyorum ama ön yargılı olmayın. Demin verdiğim örnekteki gibi, başlarda David'in sırf Alman olduğu için mi böyle davrandığını düşündüğüm oldu. Neyse ki Thomas ve Arthur'da vardı da tüm Almanlar'ın aynı olmadığını görmüş oldum. Yani yargılı da olmayın.

Şimdilik bu kadar bir sonraki yazıda görüşmek üzere.



14 Mayıs 2013 Salı

Arka Sokaklar



Televizyonda gördüğüm diziler arasında sinirimi en çok bozanıdır Arka Sokaklar. Yakın bir tanıdığım severek izlemeseydi bu kadar sık karşıma çıkmayacaktı. Türk dizilerini genel olarak ayrıca eleştireceğim ama sırf Arka Sokaklar için ayrıca bir yazı yazmak istedim. Sözlük yazarları da sık sık dalga geçiyor diziyle. Hoşuma giden bazı "caps"leri paylaştım ve benim de çorbada tuzum olsun diyerek birkaç tane de ben hazırladım.

Çok polisiye dizisi izlediğimi söyleyemem. Ama iyi ve kötüyü ayırt edebiliyorum. Büyük bir bütçe ve ustalık gerektiriyor bu tarz dizileri çekmek. İşlenecek iyi bir senaryo, inandırıcı oyunculuklar, özdeşleştirebileceğiniz karakterler, atmosfere uygun müzikler, çok vurdulu kırdılı olmasa bile en azından gerçekçi çatışma sahneleri... Arka Sokaklar bu saydıklarımın ne kadarı yapıyor peki? Azını. Belki de hiç birini. Sınava tabi tutulsa gidiş yolundan puan bile alamaz.


En çok başrol oyuncularıyla dalga geçiliyor. En azından diğer dizilerden tanıdığınız oyuncular ve kötü değiller. Ama figüranlar felaket. Yani sobada yakılacak tarzdan odunları toplamışlar diziye resmen. Provalarını çekip yayınlamışlar bize de izlettiriyorlar resmen. O kadar acemiler ki bu yüzden figüranlıktan ötesine geçemeyecekler. Peşlerinden köpek koşturur gibi bir aceleyle, duygusuz bir tonda konuşuyorlar. Suratlarındaki ifade de aynı. Kötü adamların replikleri bile ilkokul çocuğunun elinden çıkmış gibi mantıksız. Yani, "Kıpırdama." diyen eli silahlı sivil polislere "Kimsiniz lan siz?" denmez. Bir sahnesinde kötü biri sorguya alınmış. Yalan söylediği (zaten yalandan oynuyor) bariz yine de ısrarla suçunu itiraf etmiyor. Gerçekten zeki bir kötü adama rastlamadım. Genelde kolay yakalanıyorlar ya da Rıza babanın tabiriyle aptallık edip bir güzel vuruluyorlar. Arada küfür de ediyorlar doğal olarak. Tabi tonlamasız, vurgusuz küfrettikleri için "Biip" yerine küfür koysanız bile komik ya da etkili gelmiyor kulağa.



Oyunculuğu geçtik diyelim. Karakterleri ne yapacağız? Suat gibi ruh hastası bir kadınla nasıl 5 tane çocuk nasıl yapabildin Hüsnü? Evlendiğinde sıçmıştın zaten iyice sıvamış oldun. Böyle bir kadınla nikah masasına oturacağım söylense ayaklarımı götüme vura vura kaçar kendimi kurtarırdım. Ev yeterince kalabalık değilmiş gibi bir de Suat'ın teyzesi var. Olmaz olsun öyle teyze. Oğlanlar, Tunç'la beraber yaşlarının gereği gibi davranıp serserilik yapıyor olsalar da arada çok olgun davranabiliyorlar. At yarışından yığınla para kazanıp sonra bu paraya sevinemeyen çocuk olur mu? Olmaz tabi, o bölümde öğretmenleri mi ne ölmüştü çünkü. Hadi hayatı sorguluyorsunuz, babanızı düşünün lan biraz. Polis maaşı alıyor. Bakması gereken 5 boğaz var evde. Sonra ne mi oluyor? Gidip paranın tamamını LÖSEV'e yatırıyorlar. Sırf örnek davranış olsun diye bu kadar uçulmaz ki. Birazını çocukların eğitim masrafları için saklasaydınız bari lan. Büyük kıza da ayrı uyuz oluyorum. "Ben aslında o kadar aptal değilim" havasında ama kezbanlık içine işlemiş. 2 tane serseri velet, 1 kezban ve 2 küçük çocuk daha! Çocuğu için " aşkımızın meyvesi" diyen çiftler vardır ya hani, bunlar resmen kurtlu elmalar. Böyle nefis bir aile var işte. Hüsnü'nün durumuna güler misin ağlar mısın bilemiyorum. Rıza baş komiserin kızıyla (o kızda dizi boyunca kaç kere değişti bilmiyorum) evli Ali'nin iç güveysi halleri belki gülünç olabilir. Baş komiserle aynı evde kalmayacaksın arkadaş. Bir de torun istiyorlar. Komedi yapacağız derken bu kadar abartmaya gerek yoktu.  Senaryoyu kim-kimler yazıyor, bu karakterleri kim tasarladı merak ediyorum. Üşenip bakamadım, çünkü jenerik müziğini duyunca sinir krizi geçiriyorum. 

Toplumsal olaylara değinmeye çalıştıkları da oluyor. Neticede suçun yoğun olduğu bir şehir İstanbul. Aile dramları, uyuşturucu, töre, mafya, hırsızlık, taciz ne ararsanız var. Öldürdüğü insanların etinden lahmacun yapan bir adam mı ne vardı, o rahatsız ediciydi mesela. Olaylar sert, üzücü olsa bile yetmiyor çünkü ele alınış şekilleri çok ucuz. Hastane dizilerine özenilmiş gibi yüksek dozda ajitasyon şırıngalanmış diziye. Bir bölümde mesela, babasıyla yaşayan bir genç evinin önünde motor süren gürültücü heriflerin yanına gidip onları uyarıyor. Derken tartışma çıkıyor ve sonrasında kavgaya dönüşüyor. Genç, kavgada bıçaklanarak öldürülüyor. Bizimkiler olay yerine vardığında babanın feryadı şöyle: "Tek oğlumdu. Tek başıma büyüttüm. Okuması için her şeyimi verdim."  vesaire. Yani zaten zor bir hayat geçiriyormuş. Üstüne boktan bir nedenden ötürü bıçaklayıp öldürüyorlar oğlunu. Şart mıydı dizideki gedikleri kapatmak için ajitasyondan bu kadar medet ummak? Bu yaşanmış bir olay olsun, siz bunu tekrar kurgulayarak yarası olan insanlara yardım ettiğini mi sanıyorsunuz?


Özel efektler harbi çok özel. Bu kadar kötüsü zor yapılır. Görüntü yönetmenliği falan zaten çöp. Şu ekran görüntüsündeki gibi olacaksa hiç olmasın. Boncuk atarlarla, su tabancalarıyla, kızkaçıranlarla kısa film çekin daha iyi. "Cool" olamayan hatalı bir kuldan farksız Arka Sokaklar. 


Murat Evgin'in yaptığı müzikler akıllara durgunluk veriyor. Acındırmadan prim toplama derdi yetmemiş, aynı yanıklık müziklere de sıçramış. İyi ki kumanda aleti var da kanalı değiştirebiliyorum. Bir de 43 şarkılık bir soundtrack çıkartılmış. Eğer müzik ruhun gıdasıysa siz bu albümü dinledikçe iştahınız kapanabilir. Seni hiç sevmedim Murat Evgin. Babanı da sevmezdim zaten. 



Şaka gibi. Şaka gibi 7 sezon yayınlandı. Çocuklar falan büyüdü ama dizi hâlâ yayında ve bitecek gibi de görünmüyor. Karakterler nalları dikene, ekip dağılana kadar çekimler bitmeyecek. Ne zaman doğru düzgün bir Türk polisiye-aksiyon dizisi izleyebileceğiz merak ediyorum. Behzat Ç.'yi takip etmiyordum. O çok daha iyiydi. Yakın zamanda yayından kalkacak. Bunun 8. sezonunu görürüz ama kesin.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

"Sıçtın" Mavisi



55.000'den fazla ayırt edilebilen renk arasında öğrencilerin unutamadığı renktir.

1- Son gün sınava çalışıyor, ödev yetiştiriyorsan
2- Erkenden kalkman gerekiyor ama uyuyamıyorsan, uyumak istemiyorsan
3- Camdan dışarı bakıp sorgulama zamanın geldiyse bu rengi görürsün.

İnsanlar ne ilginçtir. Karanlıktan korkar güneş çıksın diye beklerlerdi, şimdi hava aydınlanmasın istiyorlar. Yeni bir gün doğumuna sevinemiyorsun. Zaman durmalıydı ama durmadı işte.

Sansür



Komiktir ki bu yılda bile sansürün çok gerekli olduğunu düşünen insanlar var. Beni en çok bunu yarım yamalak yapanlar şaşırtıyor. Televizyonda sigarayı sansürleyince sokaktaki insanların sigara içtiğini kimse göremez, çocuklar hiç küfür öğrenemez, sahilde omuz görülemez, patlamaların etkisi hissedilemez, acı paylaşılamaz gibi davranılıyor. Varsın televizyona, medyaya hükmedilsin. Zaten teknoloji sağ olsun onlara ihtiyacımız kalmadı. Olan biteni takip etmek aslında çok kolay. Çocukluğunda internet, bilgisayar görmeyince sanal dünyaya müdahele etmek biraz kasıyor tabi. Aynı şekilde üniversite öğrencisi hayatını yaşamayınca o beğenilmeyen kızlı-erkekli ortamlarda kulaktan kulağa yayılan söylentilere de müdahele edemiyorsun.

Görmediğin bir şeye inanabilirsin. Ama gördüğün bir şeyi inkar edemezsin.

Don't Starve



Yaşadığı hayatın memnuniyetsizliğini dile getiren her genç dimağ "Aç değilsin, açıkta değilsin. Yediğin önünde yemediğin ardında. Ne şikayet ediyorsun?" diye azarlanır. Tabi bunu söyleyen insanların Don't Starve oynamadıklarına %100 eminim ki buna ihtiyaçları da yok zaten. Yaşamak nefes almak, tok kalmaktır gibi derinlemesine dalmak istemiyorum ama söylediklerinde haklılık payı var. Çünkü Don't Starve hayatta kalma üzerine yapılan ender oyunlardan biri ve insan oynarken haline şükrediyor.

Klei Entertainment tuhaf bir firma. Sen git n+ 'ı geliştir. Kanlı bıçaklı Shank'leri, gizlilik gerektiren Mark of The Ninja'yı yap, sonra tüm bunlarla alakasız yeni bir şey çıkar. Beklenir gibi değil gerçekten. Keşke her firma oyun kataloğunu böyle çeşitlendirse de aynı tür ve serilere bağlı kalınmasa.

Öncelikle roguelike nedir ondan bahsetmek istiyorum ki yazının ilerleyen bölümlerinde yüküm azalsın. Genelde rol yapma ögeleri içeren, belli bir çizgiselliğe bağlı olmayan, her seferinde farklı oynanışlar sunan, karakter öldüğü zaman oyunun tamamen bittiği yani her şeye baştan başlanma zorunluluğu getiren, kaydetme olanağı sunmayan tek kişilik oyunlardır. İlk örnekleri grafiksel anlamda ciddi şeyler vaat etmeyen, zindan ağırlıklı oyunlardı.. Hiçbir roguelike oyunu kolay değildir, çünkü hata affetmezler. Rastgele gerçekleştiği için ezbere dayanmaz. Bu yüzden öğrenmesi de uzun sürer.





Don't Starve'da kendimizi bir ormanın içinde buluyoruz. Mistik bir adam bize iyi görünmediğimizi, karanlık olmadan yiyecek bir şeyler bulmamız gerektiğini söyleyip, puf, yok oluyor. Bundan sonrasında neden burada olduğunuzu ve ne yapacağınızı bilmeden dımdızlak kalıyorsunuz. Keşfe çıkmalı ve en kısa zamanda yeterli yiyeceği, ham maddeyi toplamalısınız. Göçebe hayat tarzına bağlı kalsanız da bir süre sonra bunu sürdürmek zorladığından, yerleşim yaşama geçmeniz gerekecek. Ama yavaş yavaş.

İzometrik bir bakış açısıyla oynanan oyunun elle çizilmiş, karalamalı, belirgin bir görsel dili var. Sert denemez çünkü kan bile yok oyunda ama yine de oyun çok acımasız ve vahşi. Biraz kafayı çalıştırmak ve deneme-yanılma yöntemine başvurmanız gerek. En çok vurgulanan yemek olayı bile sıkıntılı çünkü başta önünüze geleni toplayıp idare etseniz de bir süre sonra yemek bulmak zorlaşıyor. Tamamen aç kaldığınızda canınız hızlıca azalıyor ve doğal olarak ölüyorsunuz. Yine de her kuşun eti yenmez hesabı karnınızı doyurmak için her bulduğunuzu ağzınıza sokmayın. Oyunu kaydedip çıkabiliyorsunuz. Ancak öldüğünüzde her şeye baştan başlamanız gerekecek. Karın doyurmak kolaymış gibi bir de akıl ve beden sağlığına da dikkat etmeniz gerekiyor. Hangi karakteri seçersiniz seçin hep sizden güçlü yaratıklar çıkacak. Hayvan ve yaratıklar genelde topluca saldırıyorlar ve nereden neyin çıkacağını her zaman kestiremiyorsunuz. Bir şeyler yemek canınızı çok az arttırıyor ve kendiliğinizden iyileşemiyorsunuz. Bu yüzden ilk yardım malzemeleri hazırlamanız gerekiyor. Gece-gündüz olayı var ve hava karardığında karanlıkta kalırsanız bu sefer de göremediğiniz bir şey tarafından öldürülüyorsunuz. Bu yüzden zifiri karanlık olmadan bir kamp ateşi yakmalı, hiç değilse elinizde bir meşaleniz olmalı. Uykusuz kaldığınızda veya akıl sağlığınızı kaybettirecek şeyler yaptığınızda ise gaipten sesler duymaya ve olmayan yaratıkları görmeye başlıyorsunuz.



Yaşadığım birkaç olayı anlatayım. Uyku tulumu yapmak için ipe ihtiyacım var. Bunu bilim makinesi kurup üretmem lazım ve ham madde olarak da altına ihtiyacım var. Gel gelelim lanet olası altını bulamıyorum. Uyku tulumu yapamadığım için uyuyamıyor ve halisünasyonlar görerek avare gibi geziyorum. Başka bir oynayışımda açlıktan ölmemek için gözümü tepegöz kuşlarının yumurtalarına diktim. Birkaç yumurtayı aşırdım, derken bir tanesi beni kovalamaya başladı. Zigzaglar çizerek kaçmama rağmen peşimi bırakmadı ve en sonunda  beni yakalayıp bir güzel gagaladı. Zorluğu kıyaslanamaz ama bazı açılardan bana Terraria'yı anımsatıyor. Aynı ketumluk onda da vardı ve bu yüzden wiki sayfalarına bakmam gerekmişti. Don't Starve'da ne yapmanız gerektiğini söyleyen, yardım alabileceğiniz bir NPC yok.



Seçilebilir ilk karakter Wilson. Kalan karakterleri de tecrübe puanlarıyla (ölmeden kaç gün dayanırsanız o kadar fazla puan alıyorsunuz) açıyorsunuz. Kendilerine has yetenekleri var karakterlerimiz. Örneğin, Wolfgang abimiz daha güçlü ve canı daha yüksek, robot olan karakter ise bozulmuş yiyecekleri de yiyebiliyor. Karakterlerin ortak yanı her birinin farklı bir müzik aleti melodisiyle derdini anlatması. Seslendirme yapılmaması iyi bir tercih olmuş.

Sürekli güncelleniyor olması çok iyi. İnsan böyle bir potansiyel görünce nelerin ekleneceğini bilmek istiyor. Oyun zor demiştim. Dilerseniz dünya oluşturulmadan önce yiyecek miktarı gibi değerleri değiştirebilirsiniz. Ancak oyundan alacağınız zevki azaltacaktır. İyisi mi siz kurcalamadan, kendinize iyi bakın.

Tür: Survival, Roguelike
Yapım: Klei Entertainment
Çıkış Tarihi: 23 Nisan 2013

İyi Yanları +

+ Kendine has zorlu dünyası
+ Hayatta kalma hissini iyi vermesi ve şaşırtabilmesi
+ Görsel ve işitsel dili
+ Sürekli güncelleniyor

- Kötü Yanları

- Oyunun bütünlüğüne bulaşan ketumluk
- Herkesin kaldıramayacağı zorluk seviyesi

AP notu = 8





9 Mayıs 2013 Perşembe

Hodejegerne (Headhunters)


Avcı iken av olmanın Norveççesi

Son yıllarda The Girl With Dragon Tattoo serisi ile (Män Som Hatar Kvinnor) ile yükselişe geçen İskandinav filmlerine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Hodejegerne'nin konusu şöyle: Roger Brown, Oslo'da bir danışmanlık firmasında eleman avcılığının gölgesinde değerli tabloları sahteleriyle değiştiren ve bu yolla kazanan becerikli bir hırsızdır. Güzel bir eşi ve lüks içinde bir hayatı olan Roger, eşinin sergisinde Clas Greve adında bir adamla tanışır. Clas'ın elinde çok değerli bir tablo olduğunu öğrenir ve açgözlülüğüne dayanamayıp onu da çalmaya çalışınca iş ön görmediği kadar tersine döner. Dünya'nın en zengin ülkelerinden birinde yaşıyorsun zaten, gözün doysun diyip ayıplıyorum kendisini.



Jo Nesbø'nün aynı adlı romanından uyarlanan 2011 yapımı filmin başrollerinde Aksel Hennie, Synnøve Macody Lund ve Game of Thrones'da Jamie Lannister rolüyle tanınırlığı artan Nikolaj Coster-Waldau bulunuyor. Aslen Danimarkalı olan aktörün ana dili Danca, Norveççeye en yakın dil olduğundan rolünü belirgin bir aksan farkı olmadan oynamış.




İskandinav filmleri sıklıkla ciddi, karanlık atmosferi olan filmler olarak lanse edilir. Lâkin filmin kurgusu, hikaye iyi işlenmiş ve sıkılmanız mümkün değil. Zaman zaman matrak ve cüretkâr bulduğumda, gerildiğimde oldu. Her ne kadar bir Hollywood filmindeki kadar olmasa da, filme harcanan bütçesi ve özel efektleriyle Norveç'in zengin bir ülke olduğunu oraya gitmeden anlayabilirsiniz. Son zamanlarda çıkan Hollywood aksiyon-suç filmlerinden sonra Hodejegerne kuzey dağlarından şifalı bir ilaç gibi geldi. Eğer daha önce Norveç yapımı bir film izlemediyseniz ilki bu olsun.

5 Mayıs 2013 Pazar

Little Inferno



Çıkan ışık ve sıcaklıktan dolayı izlemesi en güzel şeylerden biridir ateş. Bazen vandalist yanınız körüklenir sadece yakmak için yakmak istersiniz, bazen de ısınıp ısıtmak için. Oynaması bir o kadar eğlenceli gözükse de çıkarttığı duman ve aşırı sıcaktan çok tehlikeli de olabilir. Bu yüzden her ne kadar çocuklar çok sevse de oynamaları engellenir. Lakin böyle bir şey Little Inferno için söz konusu değil. Böyle güvenli bir şöminem olsun isterdim açıkçası.



World of Goo'nun yaratıcılarının son oyununda kesintisiz bir kar yağışları yüzünden dünya da küresel soğuma gerçekleşmektedir. Bilim insanları da bu durumdan kurtulmak için bizden elimize geçeni yakmamızı istiyor ki dünya bir nebze ısınsın. Bizde kataloglardan sipariş verdiğimiz şeyleri şömineye atıp yakıyoruz. Ahşaptan, örümcek yumurtasına, peluş oyuncaklardan buz kübüne kadar o kadar çok çeşit var ki. Yakıp kazandığınız paralarla yeni şeyler satın alıyor, elinizdekiler bittiğinde de yeni kataloglara geçiyor ve yakmaya devam ediyorsunuz. Birbirleriyle doğrudan ya da sırf isimle bağlantılı şeyleri yakarak da kombo yapıyorsunuz. En basitinden, mısır ve televizyonu yaktığınızda fazladan kupon alıyor ve kombo listesinden bir şey daha eksiliyor. Kuponlar sipariş verdiğinizi şeyi beklemeden anında almanızı sağlıyor. Yaktığınız şeylerin farklı etkileri var ve yakmanın getirdiği monotonluk böylece kayboluyor. Ay'ı yaktığınız zaman her şeyi kendine çekiyor mesela. 



Şirin grafiklere, çoğu oyunda olmayan ateş ve kül fiziğine sahip oyun. Tüm bunlar bir araya gelince kısa ve keyifli bir tecrübe edinmiş oluyorsunuz. Eğer içinizde bir yerlerde yakıp kül etmek kaldıysa Little Inferno sizi tatmin edecektir.

Tür: Bulmaca
Yapım: Tomorrow Corporation
Çıkış Tarihi: Kasım 2012

İyi Yanları +

+ Yanma mekanikleri
+ Eşya ve fikir çeşitliliği

- Kötü Yanları

- Çabucak tükeniyor

AP notu = 7