30 Aralık 2013 Pazartesi

Spelunky


Hazine avcılarına imrendiğim oluyor. Bazen antik bir anahtar bazen de elmas için çekmedikleri çile kalmıyor.Türlü tehlikeler atlatıyorlar

Spelunky rogue-like tarzı bir platform oyunu. Kısacası bölümler her oynanışta rastgele hazırlanıyor ve ölünce en baştan başlıyorsunuz. Yazıda bahsi geçen Derek Yu'nun yaptığı 2008 yapımı Spelunky'nin yeniden yapılmış hali. İlk haline göre hem daha iyi gözüküyor, hem de daha çok içerik var. İlk Spelunky'de madenler değişse de müzik aynı kalıyordu neyse ki bu sefer farklı müzikler eklenmiş.


Öncesi ve sonrası

Indiana Jones'u andıran oynanabilir ilk karakterimizle madenlerde başladığımız yolculuğumuzda büyük hazineye ulaşmaya çalışıyoruz. Ana yemek öncesi aperatif alır gibi sağda solda gördüğümüz altın ve elmasları topluyoruz. Silah olarak kamçı ekipman olarak da dörder tane bomba ve halatımız var. İkisi de kullanışlı ama çabuk tükenebiliyorlar. Bu yüzden idareli kullanmalı ve etraftaki mühimmat kutularına dikkat etmelisiniz. Topladığınız hazinelerden gelen parayla satıcı amcadan başka ekipman ve silahlar alabiliyorsunuz. Sonuçlarına katlanırsanız hırsızlık da yapabilirsiniz. Yine de siz bir daha düşünün hangi manyak yerin kaç kat altına dükkan açar ki?

Oyun sürprizlerle dolu. Her seferinde sizi şaşırtabilecek bir şeyler öğreniyorsunuz. Bu yüzden koşa koşa ilerlemek yerine etrafınıza göz atın. Zaten koşa koşa ilerlemek en iyi seçenek değil çünkü ölüme de koşmuş oluyorsunuz. Ve evet oldukça sevimli grafiklere sahip olsa da oyun epey acımasız. Tuzaklardan örümceklere kadar her şey sizi öldürebilecek potansiyele sahip. Rogue-like oyunlarda olağandır zaten bol bol ölüp oyunu öğrenmek. Spelunky'de de tecrübenin tek başına yetmediği anlar oluyor. Aşağı kendinizi bırakırken kazığın üstüne düşüyor ya da kestiremediğiniz bir şey tepenize atlıyor. En ufak bir dikkatsizlikte tahtalı köye gidiyorsunuz. İşin kötüsü her seferinde bölümler değiştiği (ve bazen alternatif bölümler çıktığından) geçmiş deneyimlerin bir faydası olmayabiliyor. Kimi zaman az ötede kimi zaman da kapana kısılmış sarışın genç kızları kurtararak can kazanabiliyorsunuz. Arzu ederseniz sarışın erkek ya da köpek de kurtarabilirsiniz.

Ne kadar kızarsanız kızın oyun bağımlılık yapıyor ve kendinizi tekrar maceraya atıyorsunuz. Bu yüzden zorluğu eksi olarak saymayacağım çünkü Spelunky'yi Spelunky yapan şey bu. Oyun kısa gibi gözükse de değil. İlk oynayışınızda kesinlikle bitiremeyeceğini düşünün. Yine de bir oturuşta da bitirebilir ya da saatlerinizi harcamanız gerekebilir. Farklı karakterler de seçebiliyorsunuz ama karakterlerin görünüşleri dışında bir farkları yok ve ne yazık ki sesleri bu şirin tiplerin sesi soluğu çıkmıyor. Sadistçe olurdu ama canları acıdığında ah, uh falan diyebilirlermiş mesela. Son olarak mantıksız bulduğum birkaç şey oldu ama sonra kendimi "oyun oğlum bu gerçekçi düşünmenin anlamı yok" diye susturdum.

AAA oyunlardan sıkıldıysanız ve içinizdeki maceracıyı mutlu etmek istiyorsanız Spelunky'yi denemelisiniz.

Tür: Platform, Indie, Rogue-like
Yapım: Mossmouth
Dağıtım: Mossmouth

İyi Yanları +

+ Hızlı, akıcı oynanış
+ Şirin grafikler
+ Kolay sıkmıyor 

-Eksi Yanları

- İyi oynarsanız kısa sürüyor
Bağımlılık yapıyor

AP Notu: 8








18 Aralık 2013 Çarşamba

Kış


Kışı severim. Doğaldır, temizdir. Klişe olacak ama karın değdiği her yer beyaz bir örtüyle kaplanır. Güzel bir görüntü olmasına rağmen bazı insanlar mecbur kalmadıkça bakmazlar. Soğuktan saklandıkları için kışı görmez, görmek istemezler.

İskandinav ülkeleri soğuk ülkeler ve çoğu insan bu yüzden oraya gitmeyi orada yaşamayı tercih etmiyor. Ama şu an gelişmiş olmalarının altında yine bu soğuk yatıyor. Eğitime ağırlık verdiler çünkü tarım yapmak ve sanayiyi geliştirmek zordu. Evlerini ona göre yapıyorlar, çocuklarını soğuğa alıştırıyorlar, polisler sarhoşlar donmasın diye alıp onları evlerine bırakıyorlar. Soğuk hayatlarının bir parçası olmuş. Belki bıkmışlardır ama yine de tadını çıkarabiliyorlar.

Bizde ise kış sevilmez. En basit nedeni insanların üşümesidir. Üşümeyi seven bir millet değiliz. Bir şekilde sıcak kalmak istiyoruz. Üzücü bir gerçek: Burada kış çoğu insana çileden başka bir şey vermiyor. Soğuk insanlara çok çektiriyor. Çünkü korunamıyor, gereken önlemi alamıyoruz. Kar yüzünden ulaşım zorlaşıyor. Bana bir şey olmaz deyip kar lastiği, zinciri takmayan, kaza yapıp ölenler, öldürenler; soğukta yürümemek adına toplu taşıma araçlarına binenler; doğalgazı açıp ısındıktan sonra çok tutmasın diye kısanlar; sobalı evde tek odada yatanlar, ısınmak uğruna karbonmonoksitten zehirlenenler var. Kışın tadını çıkartabilmek bir lüks gibi. Yoksul olan o kadar çok insan var ki, değil ısınmayı sıcak tutacak giysi bile alamıyorlar. Doğuda çocuklar okula o soğukta üstelik doğru düzgün giyinemeden gidiyorlar. Sadece Van'a bakarak bile ne kadar durumun ne kadar üzücü olduğunu görebiliyorsunuz.

Ben soğuğun güzel yanlarını gördüm, ama ne yazık ki herkes o kadar şanslı değil. Şimdi gel de insanlara kışın güzel bir şey olduğunu anlat. İnsanlara kar topunun, buzda kaymanın güzel olduğunu söyle.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Uzumaki



Spiral dediğin ne kadar korkutucu olabilir ki?

Daha doğrusu bir insan okuduğu bir çizgi romandan ne kadar korkabilir ve rahatsız olabilir? Eğer yazar ve çizeri Junji İto adında Japonların Stephen King'i diye tabir edilen bir adamsa hakkını verecek şekilde. Kelime anlamı olarak girdap, spiral anlamına gelen Uzumaki kolaylıkla benzeri bulunamayacak kadar ilginç bir psikolojik korku mangasıdır.



Hikaye Kuruzou-cho adında sakin kendi halinde küçük bir kasabada geçiyor. Bir gün Kirie ve Shuichi kasabada meydana gelen tuhaf olaylara tanık olurlar. Başlarda sadece Shuichi'nin babasını etkilediğini düşündükleri spiraller (girdaplar) zamanla kasabadaki diğer insanları da etkilemeye başlar ve işler gittikçe anormal bir hal alır. 

Mangakanın akıllara durgunluk veren yaratıcılığı sayesinde de iğrenç bir hal alabiliyor. Yani okurken, nereden aklına böyle hastaca fikirler geldi de bunu kağıda döktün demeden edemiyorsunuz. Psikopatlık derecede takıntının ve gözü dönmüş insanların çevresindekileri etkilediğini görmek bile tek başına ürpertmeye yetiyor. Aşırı vahşet içerdiğini hatırlatmama gerek yok herhalde? 


Bu yazdıklarımı kötü algılamayın, korku içerikli şeylerden hoşlanmasam bile farklı olana saygım vardır. 1998 yapımı olduğu için biraz eskimiş gelebilir. Yine de ilginizi çektiyse 20 bölümlük bu mangaya göz atabilirsiniz. Bitirdiğiniz zaman spirallere aynı gözle bakar mısınız orasını bilemem.

Not: Mangayla aynı adı taşıyan bir korku filmi de var. İzlemediğim için yorum yapamıyorum ve aradaki farklardan haberdar değilim. Eğer okumak istemezseniz filme göz atabilirsiniz.

3 Aralık 2013 Salı

Lovely Complex



Aşk boy pos dinlemez

Bir çifte baktığımız zaman ikisini de bir güzel süzeriz. Birbirlerine yakışıp yakışmadıklarını uzmanmışcasına yorumlarız. Söz konusu sevgi olunca neden fiziksel görünüşe bu kadar kafayı takarız? Mükemmeliyetçi olduğumuz için mi yoksa uyum aradığımızdan mı?

Koizumi ve Ootani'nin öyküsü de bu şekilde başlıyor. Koizumi normalden uzun ve Ootani de normalden kısa olduğu için göze batmaktadır ve ikisi için de boy bir kompleks haline gelmiştir. Bu çiftin sürekli kavga etmesi diğer öğrencileri eğlendirir. Sonunda öğretmenleri onları bir komedi çifti olan "All Hanshin Kyoujin" diye çağırmaya başlar. Çok uyumsuz görünmelerine rağmen işler yavaş yavaş değişmeye başlar.



Bir erkek olarak Ootani'nin tarafında olmam gerektiğini düşünmüştüm (ki izleyeli birkaç yıl oluyor) ama birkaç öküzlüğünden sonra Koizumi'nin tarafına geçtim. Karakterlerdeki bu yoğun duygu değişimi ve canlılık izlemesi keyifli bir hal aldı. Hikayedeki değişikliklerle de sizi şaşırtabiliyor.


Fark etmediğim bir detay da karakterlerin Kansai lehçesiyle konuşması. Tabi Japonca'ya kaç anime izlersek izlemiş olalım halen tam alışıklığımız olmadığı için fark etmemek normaldir ama Kansai bölgesinde geçtiğine de dikkat etmemişim.

24 bölümlük olması kısa gibi gelse de daha ne kadar uzatılabilirdi bilmiyorum. Shoujo bana hitap eden bir tür değil ama o kadar şirin buldum ki sevmeden edemedim. İçinde gerçek dışı bir olay olmayan romantik bir okul komedisi ve az da olsa dram var. İlginizi çektiyse başlayın.




Reklamların Kalitesizliği

Satma, ihtiyacın olmayanı tükettirme çabası içine girdikleri için reklamları sevmem. Ancak zekice tasarlanmış, kaliteli reklamlara da hayır diyemiyorum. Araba reklamlarını buna örnek gösterebilirim. Malum arabalar pahalı oyuncaklar ve ilgi çekici olmaya ihtiyaçları var. Ya bir şekilde komik yapıyorlar ya da uzay araçları kadar etkileyici oluyorlar. Altyazı okumayı sevmeyen millet olduğumuz için de yapay dublajlarla bu reklamları izliyoruz. (Bu arada diğer ülkelerde de kötü reklamlar var demeyin ben burası hakkında konuşuyorum.)

Bizim reklamlarımıza bakıyorum da çoğu -abartmıyorum- kalitesiz. Para tek başına bir reklamı iyi yapmaya yetmez ama yaratıcılık da yok. Tamam bize hitap eden reklam yapılması yanlış değil ancak bu kadar da baştan savma olmasın artık yeter. Aile temasında insanlara litrelerce kola içirmek ne kadar mantıklı. Herkesin ailesi var mı bu ülkede? Kızların yakın arkadaşları hep kızlar, erkeklerin yakın arkadaşları hep erkekler; kızlı erkekli reklam yapılamayacak mı artık? Bazı reklamlar o kadar itici ki mizahın bu kadar gelişmiş olduğu bir yere sığ espriler yakışmıyor. Farklı şiveden insanları çıkartarak prim kazanma çabanız da tatsız. Sempatik gözükeceğim diye teyze çıkartmak hoş değil. Özellikle çocuk istismarcılığı etmeniz gerçekten rahatsız edici.

Reklamcılık bölümünde ne gösteriliyor? Mezun olanların tümü çalışıyor mu? O kadar İletişim Fakültesinde ders gördükten sonra çıkarttığınız reklamlar bunlar mı?

Sucuk reklamlarının yasaklandığı, inek memesinden tahrik olunduğu bir ülkeden ne beklersin ki.

1 Aralık 2013 Pazar

Küfür ve Sansür



Kelime anlamı olarak çirkin, kaba, aşağılayıcı söz ve hakaret anlamlarına geliyor. İnsan yapısı gereği her dilde vardır ve dile, kültüre göre bir takım değişiklikler gösterebilir.

Samimi söylüyorum, burada yaşadığım sürece her yaştan insandan küfür duydum. 7den 70e işsizinden politikacısına herkes küfür ediyor. Bu kadar yaygınsa neden küfrü sansürlüyoruz söyler misiniz? Çocukları korumak için yapıyorsanız - her şey tamam bir küfür eksik zaten- önce yaşadıkları çevreden başlayın diyeceğim ama nasıl başaracaksınız? Ortaokul öğrencilerinin küfür etmesini nasıl engelleyeceksiniz ki ilkokul öğrencileri duymasın. Bağıra çağıra gezen apaçilerin ağzını mı kapatacaksınız? Evde küfür eden bir baba olduğu sürece televizyonda küfür duymasınlar ne fark eder?

Tahminimce amaç çocukları korumak falan değil. Öyle olsaydı çocuklar dilendirilmez, zorla çalıştırılmaz, çocuklara tecavüz edilmez, çocuk istismarı yapılmazdı. O zaman geriye ne kalıyor: Amaç ahlaklı olmak ve insanları ahlaklı olmaya zorlamak. Zararlı olduğu için değil sırf küfür duymamak isteyenler ve onların sözde mükemmeliyetçiliği yüzünden. Kelimelere verilen anlam ve niyet de önemli. Küfür etmeden de insan kabalaşabilir.

Gerçekten gerek yok buna.


29 Kasım 2013 Cuma

Porno Algısı



Denilenle yapılanın, olması gereken ile olanın, istenenle verilenin aynı olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunun belirgin örneklerinden biri şudur: Türlü yasaklara rağmen en çok porno izleyen, pornografik içeriklerle ilgilenen milletlerden biri olmamız ve kimsenin bunu kabul etmeye yanaşmaması. Sanılan aksine porno izleyen sadece erkekler de değil. Konuya kadınlar da ilgili. Yine de kime sorarsanız sorun kimse porno izlemiyor, hatta pornonun kelime anlamını bile bilmiyor gibi davranır. Çünkü porn kabul edilemez derecede ayıptır, kötüdür, yanlıştır, haramdır. Hep birden fazla sebep ama sadece tek bir sonuç vardır.

Bu konuya nereden geldim? Neden sorusunu sorarak. Cinsellik bu kadar satıyor, en ufak bir dekolte ya da frikikte yüklenen videolar defalarca kez izleniyorsa bir sektörün olması gerekirdi. Ancak yok. Ne doğru düzgün bir porno filmi ne de oyuncusu (Şahin K.yı saymıyorum, kastettiğim komedi değil) var. "Türkiye muhafazakar bir ülke" demeyin demin söylediklerime tekrar bakın. 80ler öncesi çekilmiş porno, erotik de diyebiliriz, filmler vardı. 80 sonrası puf birden kayboldu. 80 dönemine pek hakim değilim yanlışım varsa düzeltin. Sonra ne değişti? Birden ahlakı mı hatırladık? Öyleyse şimdi neden olması gerektiği gibi ahlaklı değiliz?

Bir kadın oyuncu sırtını açınca olay oluyor. Olay olmaktan kastım hemen tepkilerin artması ve insanların yuhalanması değil. Bir şekilde o sırtın gözükmesinden memnun ve daha fazlasını görmeye de hazır bir kitle var. Paracı bir millet değili miyiz? Hey, bu işin içinde para var millet. Birileri göğüs görsün diye milyonlar ödeniyor. Mesajı alın ve yapın bir şeyler. Biraz da cesur olun. Gerçekten bir erkek ya da kadın porno oyuncusu çıksa ertesi gün linç edileceğini ya da İzmir'deki bir porno film şirketini ateşe vereceklerini mi düşünüyorsunuz?

Konu sadece porno değil. En son hangi Türk filmi ve dizisinde sevişme sahnesi oldu bilmiyorum. Alışmışız İngilizce duymaya ya, sanki Türkçe şehvet ve arzuyu dile getiremiyor, Türkçe konuşan bir çiftin sevişmesi mümkün değil gibi geliyor. Sevişmeyi geç soyunan, çıplak görünebilen kaç kişi var bu ülkede? Kadın bedeni üzerine o kadar çok konuşuluyor ki çoğu kadın kendini çekici, güzel bulmasına rağmen hiçbir şekilde kendini gösteremiyor. Gelişmiş ülkelerde özgüven gerektiren bir iş soyunmak. Fiziğinin güzel olup olmaması önemli değil, kendini sevmen yeter.

Çıplaklık içeren her şeyin otomatikman porno sayılması da bambaşka. Tanrıça heykellerinden ortaçağ tablolarına kadar her şey porno ve sanatçılarla heykeltıraşlar da sapık muamelesi görüyor. Birileri cinselliği bu kadar baskı altında tutunca, kitleyince nasıl bir sızıntı yaptığını görüyorsunuz. Bir yanda her şeyden tahrik olanlar diğer yanda hiçbir şeyin tahrik edici olmadığını düşünenler var. 2 uç nokta. Eğer medeni insanlar gibi bunu inkar etmeden kabul etsek ve değişime açık olabilseydik iğrenç çarpıklıklar olmazdı. Bazı insanlar cinselliği öğrenir, kendi cinsel kimliklerini bulabilir ve kendilerini daha rahat ifade edebilirdi. Tecavüz olayları azalır ve tecavüzcüler serbest bırakılmazdı mesela.

Bu dediklerimin olacağına ben bile pek inanmıyorum. Eminim yazıyı okuyanlar da benim sapık ya da abazan olduğumu düşünüyordur. Çünkü iki insanın seks yapmasını izlemek ayıptır, çok kötüdür. Çünkü fizyolojik ihtiyaç denince akla gelen yemek, içmek, uyumak ve boşaltım yapmaktır ve öteki kelime tabulanmıştır. Ne derseniz deyin, yaptığımız yapamadığımız her şeyi ithal ediyoruz. Buna pornografi de dahil.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Kendin Olmak



"Başkası olma kendin ol. Böyle çok daha güzelsin" "Kendin ol yeter." "Be proud of who you are." "Just be yourself" gibi yığınla söz vardır. Toplumun ikiyüzlülüğünü açığa çıkarır kendin olmak, kendi içinde çelişkilidir çünkü.

Toplum senden farklı olmanı istiyor. Tavsiye ettiği bu. Kimseye benzeme, kendi tarzını bul, taklitçi olma, prensiplerin olsun, kimseyi dinleme falan. İyi, hoş ama bir sorun var. Nasıl oluyor da aynı toplum sen farklı olunca birden sana yönelik tavrı değişiyor? Neden farklı olan, olmak istediği gibi olan insanlar hep dışlanan yalnız bırakılanlar?

Bir erkeğin ya da kadının eşcinsel olduğunu söyleyince aldığı tepkileri düşünün. Biraz önce kendin ol demiştin toplum. Ne oldu da bozdun? Kendin olmaktan anladığın senin uygun gördüğün, olması gereken mi? Eşcinseller hep azınlıktalar. Olması gerekene göre onlarda çoğunluk gibi heteroseksüel olmalılar ama olmak istemiyorlar. Kendi tercihleri bu yönde ve aynı toplum istemiyor diye inat ettikleri için başlarına neler geldiğini görüyorsunuz. Bazıları bu yüzden kimseye göstermeden gizli gizli yaşıyor. Toplumun istediği heteroseksüel maskesinin ardına gizlenmiş homoseksüeller onlar. İnanç konusu da aynı ve kişiyi ilgilendiriyor. Sırf farklı bir inanca sahip olduğu için şiddete maruz kalan insanlar var. Neden birinin ateist olması toplumu bu kadar çok rahatsız ediyor anlayamıyorum. "Burası Müslüman bir ülke ve bu ülkede yaşıyorsan Müslüman olacaksın!" diye bağıranlar bu toplumun bir parçası. Hep bir ağızdan atılmayan ama kazılı "kendin olma, bizden ol" sloganı hakim. Farklı ırktan olanlara ne yapacaksın toplum? Bir Afrikalı mesela ne yapsın kendini beyaza mı boyasın? Genleriyle oynayıp ırkını mı değiştirsin? Bu bahsettiğim insanlardan biri değil ama bu onları kabul etmediğim onlara saygı duymadığım anlamına gelmiyor. Kimseyi böyle olmayacaksın diye zorlamam. Dürüst olmalarını "mış" gibi davranmalarına tercih ederim.

Kendimden de örnek vermek istiyorum. Futbol bu ülkenin afyonu. Sırf bu yüzden sadece futbol üzerinden tanışan, top oynayarak sosyalleşen, aynı hakeme hep beraber küfür ederek mutlu olan insanlar var. Ben sevmedim. Toplum benim sevmem için hiçbir şey yapmadı. Gözlüklü olduğunuzu, suratınıza top çarptığında o gözlüğün ve yüzünüzün zarar göreceğini düşünün. Çoğunlukla kaleye konduğunuzu ve yediğiniz her gol için sizinle dalga geçtiklerini, topu almaya çalışırken çalımlamak yerine sakatladığınız ve size küfretmeye başlayan her bir çocuğu düşünün. İlerde elinizi futboldan tamamen çektiğinizi ve biri sorduğunda sırf bir cevap vermek için çocukken sevdiğiniz renklere sahip takımı tuttuğunuzu söyleyin. Ben bir Türk erkeğiyim ve içinde yaşadığım toplum topu izleyen bir çift göz daha istediği için benden futbolu sevmem istendi. Ne biçim gençsin sen, futbolla insanın az bir alakası olur şeklinde çirkin lafların hedefi oldum. Sadece bir top oyununa yönelik tepkimdi bu. Ne kötü ki eğer futbolla daha ilgili olsaydım şu an daha geniş bir çevrem olurdu. Daha da saymalı mıyım bilmiyorum. Sırf bu ülkede yetişiyor ve her yerde var diye çay sevmediğim için o biçim Türk, abazanlar gibi kadınların memesinden götünden konuşmak istemediğim için şu biçim erkek, cahilliğe iyi gözle bakmadığım için elit, hakkımı savunduğum için çapulcu oldum.

Sözüm sana toplum. Bana yalan söyleme. Gerçekten ne istiyorsan söyle ki bileyim ve buna göre adım atayım. İşine gelmiyor, sevmiyorsun diye senin istediğin biri olmak zorunda değilim. Niyetin saldırmaksa eğer sana açık hedef olmak istemiyorum.

Bilgi Kalabalığı



Kardeşimle konuşuyordum. Bana Homeland adında bir diziden bahsetti. Metascore puanı yüksekmiş, şöyleymiş böyleymiş. Ben ilk defa duyduğumu söylediğimde şaşırdı, nasıl bilmezsin lan hiç mi görmedin diye. Dizi konusunda benden daha hakim olmasını geçersek ve tanıdığım kimse izlemiyorsa, baktığım blog tumblr sayfalarında adı yoksa nasıl haberim olabilir bu diziden? Yani o kadar çok dizi var ki, tümünü bilmek mümkün mü? Çekilmiş ve sonlandırılmış yüzlerce dizi var, devam edenler var ve yenileri yolda Dizilerde durum bu iken herhangi bir bilgiye ulaşmak gerçekten kolay mı sizce?

Oldukça zorlayıcı bir etmen bu durmak bilmeyen yeni bilgi akışı. Güncelliğin önemli olmadığı şeylerde sorun yok, daha sonrada izlersin dinlersin. Ama her gün paylaşılan milyon tane yeni haber ve yazı var. Tumblr'da takip ettiğim 177 sayfa ve twitter'dan takip ettiğim 172 hesap var. Hangi birinin paylaştığına bakacağım lan ben? Birininkini okusam öbürünü atlıyorum ve atlamak zorunda kalıyorum. Aynı gün içinde ünlü birinin paylaştıklarını takip etsem, öbürünün yazdığını okusam, bir grubun yeni çıkan şarkısını dinlesem bir topluluğun videosunu izlesem zamanım bitecekmişcesine harcanıyor.

İnternette bu kadar vakit geçirmemizin nedeni bu olmalı. Hem de ne vakit, çılgınlar gibi sörf yapıyoruz.


26 Kasım 2013 Salı

Zor Yol


Hayatın bize 3. seçenek sunmadığı zamanlar vardır. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, pahalı ve ucuz gibi... Öğrenmek için de iki yol vardır. Kolay ve zor yol. Her ne kadar hayatı, kaderi, dünyayı yaşadığımız kötü şeyler yüzünden suçlasak da zor yolu seçmede suçlanacak bir kişi vardır. Kendimiz. Normalde bu kişisel bir yazı olmalıydı ama ben çektim siz de çekmeyin diyebilmek için buraya yazıyorum çünkü herkesi ilgilendiriyor. 

Birileri kabul etmek istemese ya da görmezden gelse de sonuç olarak bencil varlıklarız. Doğanın üstün olan hayatta kalır kuralından kopamadığımız için güçsüz olmak istemiyor ve güçsüz olanları istemiyoruz. Bir sorun olduğunda, karar verileceği zaman onu dinlemeyi tercih ediyoruz. Diğer insanlara muhtaç olamayız, hem onların dedikleri olursa ben diye bir şey olur mu? İçimizdeki ses yanlış olsa bile dışarıdaki sese göre daha tatlı geliyor. Acı gerçekleri duymayı istemeyiz. Dolayısıyla tatlı dil ile okşanan ego denen yılan da deliğinden çıkıp gezinmeye başlıyor. Ancak ego zehirli bir yılan ve içimizde gezindiği sürece bizi de zehirliyor. Yine de o bizim yılanımız ve onu severiz. Bir gün bir şey suratımızda tokat gibi patlayana kadar severiz.

Eğer başta diğer insanları dinleseydik, bize yardımcı olanlara kulaklarımızı tıkamasaydık kolay yoldan giderdik. Ve yanlış kararlarımız bizi üzücü, acı verici yerlere götürmez başarısızlıklarda batmazdık. Zor olan yolda sürünmezdik. "Bir musibet, bin nasihatten iyidir." sözünden nefret ediyorum ama gerçek. 

 Her zaman haklı çıkamazsınız. Son kararı verecek olan yine sizsiniz ancak her zaman doğru kararı veremezsiniz. Bu yüzden size tavsiyede bulunan bir aileniz, arkadaşınız, büyüyüğünüz varsa biraz kendinizi zorlayın ve dinleyin. Bunu yapmak zor kendimden biliyorum yine de daha zoru yaşamamak için değer.

10 Kasım 2013 Pazar

Hayal Kırıklıkları Kitabı


Kitap okumayı görev, zorunluluk olarak gördüğüm için hiç rahatça keyif alarak kitap okuyamıyorum. Aslında okumuş olmam gereken pek çok klasik var ama çoğu, kabaca, tuğla gibi olduklarından gözüm korkuyor. Bu yüzden o seviyeye gelene kadar ince ve mümkünse ilgimi çekebilecek kitapları bitirmeyi amaçladım.

Hayal Kırıklıkları Kitabı'da onlardan biriydi. Sırf adı yüzünden (kapağını da saymazsam olmaz çünkü kargaları severim) bir kitabı alır mısınız? Ben aldım. Çok hayal kuran ve fazlasıyla hayal kırıklığına uğrayan bir insan olarak kendimden bir şey bulurum diye umutlanmıştım. İroniktir ki bu kitap benim için bir hayal kırıklığı oldu.

Margit Schreiner'in yazdığı kitap ölmüş bir kadının ağzından yaşadıkları sıkıntılar, doğumdan ölüme uzanan yoldaki hayal kırıklıkları. Bana hitap eden bir hayal kırıklığına denk gelmedim. Yazarı ve dolayısıyla ana karakteri bu konuda çok suçlayamıyorum. Sonuçta kız çocuğu olarak yetiştirilmedim, 60larda çocuk olarak yaşamadım ve Alman ailem olmadı. Yine de bu kadar üslubun sıkıcı olmasını beklemiyordum. Bebeğin gözünden anlattığı kısımlar da bana biraz mantıksız ve rahatsız edici geldi. Şunu şöyle yapmak istersin ama annen müsaade etmez bu yüzden kötüdür gibi bir şeyler anladığımı düşündüm. Yanıldığımı zannetmiyorum. Bu arada Kitabın adı Virgüller Kitabı da olabilirmiş. Artık çeviri yüzünden mi yoksa yazarın kendi tercihinden mi nedir kitapta o kadar virgüllerin desteğiyle o kadar uzun cümleler var ki. Cümleler virgüllerle bölünmüş, lastik gibi uzatılmış.

Peki hiç mi iyi bir şey yok kitapta? Sert, sindirmesi güç tespit ve gerçekler var. Yaşlılığı anlattığımı kısmı biraz olsun yaşlı insanları anlamamamı, empati kurmamı sağladı. Sonuçta bebek olmak, yaşlı olmak ne kadar güzel sanıyorsunuz.

Bir not düşmek istiyorum. Bir daha sırf kısa olduğu ve ilginç gözüktüğü için gördüğün her kitaba atlama.


6 Kasım 2013 Çarşamba

Spoiler Nedir?



Yakınım biri bazen herkesin senin bildiklerini bilmesini bekliyorsun dedi. Doğru söyledi. İlgi alanımda olan bir konu hakkında konuştuğumda karşımdaki fikir sahibi olmayınca şaşırıyorum. Troll face'i bilen ama 9GAG'in ne olduğunu bilmeyenler, Pokemon'u bilen ama anime ne demek bilmeyen insanlar gördüm. Onları suçlamıyorum, sonuçta bilmemeleri kendilerini ilgilendirir beni değil. Ancak bilmedikleri bir şey beni etkiliyorsa buna sessiz kalamam. Spoiler da bunlardan biri. Cidden bunu yazmalı mıyım, film dizi izleyen biri az buçuk biliyordur zaten diye düşünsem de ben elimden geleni yapayım en azından sonrasında daha az şikayet ederim diye başladım.

Spoiler, şaşırtıcı bir şekilde, İngilizce bir kavram. Doğrudan çevirirsek zevk bozan, bozguncu anlamlarına geliyor. Kulağa garip geldiğinin farkındayım bu yüzden bir örnekle açıklayacağım. Okuduğunuz bir kitap var diyelim. Çok merak ettiğiniz bir kitap ya da çok sevdiğiniz bir yazarın son kitabı. Kitabın başlarındasınız. Okumaya ara verip dışarı çıktınız ve bir kafede kahve içmeye karar verdiniz. Kafede otururken yan masadan bir adam kitap hakkında arkadaşıyla konuşmaya başladı ve kitabın sonunu, sonunda ana karakterin öldüğünü söyledi. O kişi spoiler vermiş yani kitapla ilgili bir bilmemeniz gereken bir sürprizi, sonunu anlatmıştır. Bunu duyduğunuz için canınız sıkıldı ve artık kitaba ne devam etmek ne de bitirmek istemiyorsunuz. Bu sadece bir örnek. Bu kafedeki herifin sizin kitabı okuduğunuzdan haberi yoktu ve muhtemelen arkadaşı da kitabı okumuş olduğu için sonuyla ilgili tartışmak istemiştir. Kasıtlı olarak sizin kitap zevkinizin içine etmek için yapmadı.

İnternette de pek hoş karşılanan bir şey değil bu yüzden forum ve sözlüklerde özellikle -spoiler- şeklinde belirtilir ya da buton altında gizlenir. Zaten genelde insanlar gıcıklığına spoiler vermez. Verdiklerinde çoğu zaman düşüncesiz davrandıkları içindir. Ama düşüncesiz davranmaları bir mazeret olarak kabul edilemez. Ben her girdiğim sitede acaba bir şey görür müyüz diye temkinli olmak zorunda değilim. Bir dizi konuşulduğunda orayı terk etmek, konuşanları susturmak zorunda da değilim.

Umarım bu yazıyı düşünceli birileri okur da bunun yanlış olduğunu anlarlar.

5 Kasım 2013 Salı

Battle Royale (バトル・ロワイアル)



Ergenlerin ölüm kalım savaşı


Battle Royale 1999'da çıkan aynı adlı romanın Kinji Fukasaku yönetmenliğinde 2000'de çekilen absürd denebilecek bir gerilim filmi. Mangası da varmış ama filmini izlediğim için kıyaslama yapmadan sadece filmi anlatacağım. Gelecekte gençler arası şiddet olayları hayli yükseldiği için hükümet önlem olarak bir grup liseli genci bir adayı gönderir ve onlara bir oyun hazırlar. Herkese içinde silah olan bir çanta verilecektir ve hayatta kalan son kişi serbest kalacaktır. Yani gün gelecek en yakın arkadaşların bile birbirini öldürmesi gerekecek.

Depresif, atarlı diye dalga geçilen ergenlerin eline silah tutuşturur ve onları bir adaya hapsederseniz ne olur tahmin edin. Tam bir kaos ortamı. Bağıran çağıran, ki Japonca toleransınız yoksa eminim rahatsız olacaksınız, birbirlerine saldıran gençleri görmek mafya çatışmasından daha korkutucu geliyor. En korkuncu ise bazılarının katil olmaları ve buna zorlanmaları değil bu işi seve seve yapmaları. Yani herif zaten öldürmek için bekliyordu, silah verdiler ve sıka sıka gidiyor. 


Bir açıdan bakacak olursak filmin eleştirdiği bir şey var. Fena bir konu da sayılmaz. Oyunculuklar desen iyi, Takeshi Kitano var mesela öğretmen rolünde. Peki nesi kötü? Fazla şiddet içeriyor mesela, sanki sürprizmiş gibi. Bu kadar tepki almasının bir başka nedeni ise bazı filmcilerin tabu olarak saydığı çocukların öldürülmesi olabilir. Birileri, o ona aşık olmuş o böyle hissetmiş diye şikayet etmiş yorumlarda. Ya hormonların tavan yaptığı bir dönemde ne bekliyordunuz, odun gibi durmalarını mı? Film bana fazla müzikli geldi -adada çalan klasik müzikten bahsetmiyorum- ara sahneler daha sakin geçebilirmiş. Kitap uyarlaması olduğu için yine onu bunu çıkartmışlar, yeterince iyi anlatamamışlar deniyor. Zaten kaç film kitabından iyi ki? 





Bazı Casual Oyunlar



Oyun yazarları casual oyunlarla (basit oynanabilirliği olan, kısa oynanış süresi olan, herkese hitap eden oyunlar) pek ilgilenmez ve kimi zaman uzak dururlar. Normalde şu an harcadığım enerjiyle daha önemli bir oyun incelemesi yazabilirdim ancak son zamanlarda fazla popüler olan Facebook ve akıllı telefon, tablet oyunlarıyla ilgili söylemek istediklerim var. Paylaşıp kurtulmak istiyorum.

En popüler olanlar içinde saga geçenler olduğu için, Candy Crush'ı ele aldım. Bejeweled tarzında bir oyun. Amaç aynı renkte olan cisimleri, bunlar Bejweled'da elmas zümrüt gibi değerli taşlar iken Candy Crush'ta şekerler olur, birleştirip puan toplamak verilen görevi tamamlayarak bölümü bitirmek. Kolay gözüküyor değil mi? O kadar da değil. Oyunda bölümler varsa yapısı gereği giderek zorlaşmalıdır. Candy Crush böyle. Ancak...

Bejweled: Blitz'i saymazsak Bejeweled paralı. Önceden parasını verir, ya da korsanını indirirsiniz, sonra bir daha uğraşmazsınız. Candy Crush'ta ise oyun bedava ama oynarken oyunu kolaylaştırmak için para vermek nedir? Böyle salakça bir mantık olabilir mi? Hamle sayısının az oluşu ve şekerlerin gelişi o kadar zorlayıcı ve saçma bir hal alıyor ki salak bir jöle ya da vişne yüzünden bölümü bitiremiyorsunuz. Fazladan hamleyle ya da lolipop kırıcı ile bitirmeniz mümkün ancak elinizde yoksa para vermelisiniz. Bölümü geçmek için haklarınız bitene, arkadaşlarınızdan dilenene ya da can alana kadar tekrar oynamanız gerekiyor. Oyunun bitişi de uyuz. Önce kızın gözleri yaşlanıyor ve beni suçluyor. Jöleyi temizleyememişim. Sonra da canım kalmadığı için kalp ağlıyor! Bir güzel bekletiyor oyun beni ki bunu tercih eden benim, kimseye davetiye yollayacak ya da cana para verecek değilim. Oyunu Android telefonumda oynadım. Bu yüzden eleştirebiliyorum, hiç oynamadığım bir şeye bok atacak değilim Elimde ilk başta güçlendiriciler vardı. Yeri gelince hepsini kullandım, sonrasında tekrar gelmedi. Bir bölümde yüksek puan yapıp 3 tane yıldız alıyorum, ama neden ödüllendirilmiyorum? Çünkü para ile almam gerekiyor. Madem hava atmak dışında bir halta yaramıyor o zaman neden yıldız var?

Tek tek açıklama yapmak yerine. Diğer benzeri oyunlar da aynı yapıda olduğu için genelleme yaptım. Farm Heroes var mesela, onda da aynı meyve sebzeleri eşleştirmeniz gerekiyor. Kaybedince de çiftlik hayvanları ağlıyor. Oyunu eğlenmek için oynarsınız, sinirlenmek için değil. Bu tarz oyunlar eğlencenin yanında bile geçemiyor.

Sırf zaman geçsin diye bunu oynamak yerine kitap okusaydım bana daha çok şey katardı. Size de.

27 Ekim 2013 Pazar

Can Sıkıntısı ve Yemek


Aç olmadığınız halde aç gibi hissettiğiniz, yemek istediğiniz zamanlar oluyor mu?

Yemek yemeyi severim. Belki de sevmemeliyim. Doğal ihtiyaçlara bu kadar bağlı kalmak bir süre sonra zararlı hale geliyor. Açgözlülüğün tırmanışa geçtiği bir yerde amaç doymaktan çıkıyor. Ne seviyorsanız bolca yemek istiyorsunuz. Hayatınızda tamamlanmayan bir yer var. Tıpkı eksik birkaç tuğla gibi. Siz de bunu kapatmak için, sanki yemek sorunları çözercesine kendinizi yemeğe veriyorsunuz. Eğer yalnızsanız şımartacak kimseniz olmadığı için hep büyük porsiyonlar alıyorsunuz ve buna rağmen yetmiyor. Sandviçlerin ardı ardı kesilmiyor, cips paketlerinin boş torbalarına dağ gibi olmuş kuru yemiş kabukları eşlik ediyor. Tabaklar kirli, tavalar yağ kokuyor. Dondurma kaplarının dibi erimiş vanilyayla kaplanmış.

Kısırlaştırılmış hayvanlar kendilerini yemeğe verir ve kilo alırlar. Hayvanlar görünümleri yüzünden endişeleniyor, üzülüyor olamazlar değil mi? Biz harap oluyoruz. Göbeğimiz ve basenlerimizle baş başa kalıyoruz. Sonucun böyle olacağını bilmediğimizden değil. Böyle olmasını düşünmek istemedik. Yemeği çıkartsaydık geriye daha iyi bir alternatif bulmak zorlaşacaktı. Tembel olduk. Bu yüzden yedik. Bu yüzden yatıyoruz. Sıkılıyoruz ve yemeğe devam ediyoruz.

Döngü bozulana dek.

InterPals



Deviantart'ta yabancılarla mesajlaşmam ve sonrasında Erasmus'la yüzyüze konuşarak iletişimi ilerletmem sayesinde kendimle gurur duyarak söyleyebilirim ki yabancılarla rahat konuşabilen birisiyim. Türkiye kolayca yabancı milletlerden insanları bulup konuşabileceğiniz bir yer sayılmaz. Büyük şehirlerde ya da turistik bulması biraz daha kolay, bazen de tesadüfen rastlıyorsunuz. Bir kere insan yabancı kültürleri ve insanları tanımaya başlayınca devamı da gelsin istiyorsunuz. Ben de eski bir arkadaşımın tavsiye ettiği InterPals'a üye oldum.

Tabii işler umduğum gibi gitmedi. Arkadaşlık kurma, mektup arkadaşı bulma amaçlı bir sitede profillerine konuşalım tanışalım tarzında yazılar yazan insanlar yazdıklarıma cevap yazmadılar. On tane Japon'a mesaj atıp onundan da cevap alamadığım oldu düşünün. Genelde bunu mu yaparsınız?

En kötüsü de bazı kızların (çoğunlukla kızların) sayfasında bloklanmış olduğumu görmem. Türkiye'den bağlandığım için! Abazan gençlik sağolsun buranın da içine etmiş. Şaşırdım mı? Hayır. Kız yabancı ise kolay elde edilir, onlar teklif eder ya güya şansları var zannediyor bu gerizekalılar. Tek sorun Türklerde değil, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden de böyle tipler çıkıyor. Amerikalı, İtalyan sapıklar da gördüm. Forumda bu duruma dert yandım ve destekleyenler oldu. Bir Rus kız, sen böyle olmayabilirsin hepiniz böyle olmayabilirsiniz ancak böyle bir izlenim varsa gerçeklik payı vardır gibisinden cevap verdi. Are you sex tarzında mesajlardan o kadar bıkmışlar ki ben doğru düzgün bir şey yazınca "İngilizcen iyiymiş, onlar gibi değilsin" diyorlar. "Yaşasın ben bir abaza değilim. Benim gibiler de var dedirtebiliyorum"  diye buna sevinmeli miyim şimdi?

Arkadaşlık siteleri ile ilişkim bu şekilde. Şu an için 8 arkadaşım var ve fena gitmiyor. Bakalım ilerde nasıl olacak.





15 Ekim 2013 Salı

Kitap Okuma Sorunları



Samimi bir itirafta bulunmak istiyorum. Ben fazla kitap okuyan bir insan değilim. Şu an çok okumamamış olmanın pişmanlığını yaşıyorum. Dikkat edin, öğrenmemiş demiyorum. Zamanında bana zorla kitap okutmaya çalışmışlardı ama pek işe yaramadı. Şu anda pek çok klasik eseri bilmediğim için konusu açıldığında söyleyecek bir şey bulamıyorum. Kitaplardaki eksikliğimi sanat eseri, dergi, müzik, film, dizilerle gideriyorum. Düz mantık düşünecek olursanız kitaptaki bir paragrafı alıp güzel bir arka plan resminin üstüne yazdığınızda onu yine okumuş oluyorsunuz. Tabii, bu da pek işe yaramıyor. Tamamını okumuş olmak en etkili yöntem.

Peki, madem aklım başıma geldi, bana en sevdiğim yazarları biri sorduğunda tıkanıp kalmam gibi olaylar yaşadım o zaman neden hâlâ okumuyorum? İkincisi, bu saatten sonra bir sorumluluk, bir misyon edinmiş gibi hissediyorum ve bu hiç zevkli değil. Basit bir örnek, Turgenyev'in Babalar ve Oğullar kitabı. Hem, en azından bir Turgenyev eseri okumuş olurum hem de baba oğul arası ilişkilerle ilgili bir şeyler öğrenmiş olurum diye başlamıştım. Şimdi içimden okumak gelmiyor. Diyaloglar bu yüzyıla ait değil ve garipsiyorum. Ben babasını anlamayan bir oğlan beklerken oğlunu anlamayan bir baba buldum. Belki bu bakış açısını da deneyimlemem gerekiyordur ancak sonuç olarak hevesimi kaybettim ve kitap öylece rafta duruyor. Ne zaman bitiririm bilmiyorum.

Kitap okumayı sevmiyor değilim. Sadece bana uygun kitapları bulmam gerekiyor ve ne yazık ki uygun olmayan kitaplar ya en popülerleri ya da kalın olanları. Hakan Günday en sevdiğim yazarlardan biridir. Kara edebiyata ilgi duymanda rolü büyüktür. Ne yazsa okurum ve kitaplarını diğer kitaplara nazaran kısa zamanda okudum. Demek ki isteyince okuyabiliyormuşum. Ama ah, her yazar onun gibi değil ve Kinyas ve Kayra gibi kitaplar çıkarmıyor.

İnsanları etkilemek için kitap okunur mu diye soracaksınız. Etkilemediğiniz bir insanla iyi ilişki kurabilir misiniz? Özel bir yeriniz olur mu?

Şu an kafamda yazmayı düşündüğüm bir roman var. Blog yazılarıma da ağırlık veriyorum. Hava atma, ben biliyorum deme, ego tatmini kısımlarını geçsek bile yazarken zorlandığım, anlatırken konuya odaklanamadığım, düşüncelerimi ifade ederken konunun özünden uzaklaştığım oluyor. Tek tesellim yazdıkça okuyacağım, okudukça yazacağım ve bu durumun zamanla düzeleceği. Kaç yazar 20li yaşlarında en iyi yazıları, kitaplarını yazabilmiş ki?



1 Ekim 2013 Salı

Serious Sam: Double D



Aranızda Serious Sam’i bilmeyenler olabilir. Serious Sam, Hırvatistanlı Croteam’in yarattığı bir karakter seridir. FPS türündeki ilk oyun Serious Sam: First Encounter  2001 yılında PC’ye çıktı. Siper almadan taktik yapmadan onlarca hatta yüzlerce yaratığa sıka sıka ilerlediğimiz bir oyundu. Bu kadar çok tutmasının sebebi kalabalık mekanlarda çatışmak, kaos, gizli yerler ve bir Duke Nukem olmasa da kendine has bir tarzı olan Sam’i barındırmasıydı.

Double D Serious Sam’in 2 boyutlu hali olan bir side-scrolling platform oyunu. Oyunu serinin yaratıcısı Croteam değil Mommy’s Best Games geliştirmiş. Açılan bir portal ile Sam kendini çölde bulur. Yardımcısı Netrisca tıpkı Halo’daki Cortana gibi bir görünüm kazanmış ve Sam ne kadar ateşli gözüktüğünü söylerken Netrisca bir görev olduğunu söyleyerek geçiştirir ve oyun başlar. Diyaloglarda seslendirme yok bunun yerine ah, oh gibi sesler çıkartarak konuşuyorlar. Kolaya kaçılmış ve biraz garip olmuş.



Önceden söyleyeyim, karşınıza bir Contra çıkmasını beklemeyin. Canınız kendiliğinden iyileşmiyor. Canınız azaldığında sağlık, vitamin topluyor ve zırh alıyorsunuz. Silahları birbirine kenetleyen Gun Stackerlar sayesinde aynı anda 2 bomba atar-2 makineli tüfek ve elektrikli testere-alev silahı gibi kombinasyonlar yaparak ateş gücünüzü artırabiliyorsunuz. 2 boyutun sorunu alan dar olduğu ve yaratıkların çoğu üstünüze atladığı için patlayıcı silahları kullanmak güç. Sesler ilk oyundan alınmış ancak aynı şeyi müziklere de yapsalarmış keşke. Bağımsız yapımlarda kaliteli müzik dinlemeye alıştıktan sonra Double D’nin müzikleri kulağa çok amatörce geliyor. Dahi maymun ve bayan kamikazeler gibi yeni yaratıklar eklenmiş, kalan ekip aynı. O uyuz iskeletimsi atlardan nefret etmeye devam ediyorum. Elimize geçen ilk silah dışında tüm silahlar ilk 2 oyundan alınmış. 2 boyutlu olması ve dolayısıyla dar alanlarda geçmesi ve işleri daha da zorlaştırıyor.  Aynı anda her yönden yaratıkların saldırısına uğramak ve adım attığınız yerden birden spawn olmaları yeterince çevik davranmazsanız bol bol ölmenize neden olacak. Her Serious Sam oyununda olduğu gibi bulunmayı bekleyen gizler var ve bulması pek zor değil. En basitinden bölüme başladığınızda sağ yerine sola giderseniz büyük ihtimal bir tane giz bulacaksınız. Oynanış yine eğlenceli ama önceki oyunlarda da esprileri hiç yeterince komik bulmamıştım ve Double D'de de değişen bir şey olmamış. 3 saat gibi bir sürede bitiyor. Uzun tutulmaması daha iyi olmuş öbür türlü sıkabilirdi. Ardından challengelar ve kazanılmamış başarımlar için tekrar tekrar oynayabilirsiniz. 



Son zamanlarda sayıları giderek artan bulmacalı, atlamalı platform oyunlarından sıkıldıysanız ve  sıka sıka ilerlemek istiyorsanız denemenizde fayda var.

Not: Xbox 360 sahibi iseniz bunun daha gelişmiş hali Double D XXL’ı alabilirsiniz. 2 kişi aynı anda oynayabiliyor ve daha çok içerik var. PC’ye çıkmaması üzücü.

Tür: Platform
Yapım: Mommy’s Best Games
Dağıtım: Devolver Digital

İyi Yanları +

+Bol aksiyon
+Platformda Serious Sam tadı

-Eksi Yanları

-Mizah kalitesinin vasat olması
-Herkese hitap etmeyen karmaşa

AP Notu: 6

22 Eylül 2013 Pazar

Otisabi





Mizah dergileriyle ilgili iseniz Otisabi'yi biliyorsunuzdur. Yılmaz Aslantürk'ün 90larda Pişmiş Kelle dergisinde çizmeye başladığı şu anda Uykusuz'da devam ettirdiği Türk kazanovası diyebileceğimiz bir karakterdir. Kadın erkek ilişkileri üzerinedir. Ya Otisabi'nin etkilemeye elde etmeye çalıştığı bir kadın ya da hali hazırda ve yakında bitecek bir ilişkisi vardır.

İlk duyurulduğu zaman farklı bir oyuncu kadrosu vardı. Sonradan kadro değiştirildi. Uğur Bilgin yerine rolün Tim Seyfi'ye verilmesinden sonra "Laz Otisabi mi olur?" "O tip ne öyle." diye tepki gösterenler oldu. Ben gayet memnun kaldım. Uğur Bilgin'in oyunculuğunu bilmiyorum ama Tim Seyfi daha belirgin bir karakter olmuş. Ayrıca tipsiz falan değil, abartıyorlar. Kaan çok hiperaktif olmuş ve Nejat amca yine sapkın. Bayanlara gelecek olursak top model güzelliğinde değil hiç biri ve olmaları da gerekmiyor. Gayet herhangi bir barda karşımıza çıkabilecek cinsten tipler. Bu da diziyi daha gerçekçi yapmış.


Sinema TV'de yayınlanan sonradan YouTube'a da bölümleri eklenen Otisabi'de çizgi öykülerden seçilmiş 13 bölüm var. Her bölüm ortalama 15 dakika sürüyor. Dizinin çekimleri başarılı. Oyunculuklar harikulade değil ama yeterli. Otisabi'nin öykü sonu monologlarını Barbo'nun barında seyirciye dönük konuşarak yapıyor ve bu da hoşuma gitti.



Öykülerin uyarlamasına gelecek olursak tamamı birebir uyarlanmamış. İlk bölüm Yanlış Anlama başka bir hikaye ile birleştirilmiş, Mafya bölümü barda geçmesine ve kadının kendi mafya kadını (babası der gibi) olmasına rağmen dizide mafyadan birinin yeğeni (yeğeniydi saınırım) olarak değiştirilmiş. Bu hem yeni kitle için hem de olan kitlenin okuduklarından farklı bir şeyler görmeleri için yapılmış olmalı. Nasıl bulursunuz bilmem, ben izlerken okuduğumdan daha çok keyif aldım. Ceza almamak için dizinin otosansüre uğradığını görüyorsunuz. Küfür yerine argo ya da teknik (penis gibi) kelimeler var. Normalde de Otisabi'de pek çıplaklık olmaz ancak dizide çıplaklık adına yan göğüs ve kadın sırtından başka bir şey yok. Bir Hung ya da Rogue beklemiyordum ama yine de insan keşke demeden edemiyor.

2. sezon gelir mi bilgim yok. Belki yeterince rağbet görmedi ya da tek sezonluk bir proje olarak düşünüldü. Olur da devam kararı alırlarsa ben oturur izlerim.




15 Eylül 2013 Pazar

NHK ni Youkoso (Welcome to the NHK)


4 duvar arasında

Önce hikikomori nedir ondan başlayalım. Hikikomori, Japon kökenli bir psikolojik modern çağ hastalığıdır. Basitçe anlatacak olursak kişinin sosyal hayattan ve dış dünyadan uzakta tüm ihtiyaçlarını odasında karşılaması ve odası dışına çıkmaması ya da çıkamamasıdır. Hastalık sosyal ilişki kurmakta güçlük çeken, çocukluk döneminde travma yaşayan çoğunlukla genç kitlede görülür. Diğer ülkelerde yaygın olduğu söylenemez. Bizde olsaydı adı yabanilik olurdu ve muhtemelen ebeveynler çocuğu zorla dışarı çıkartmaya çalışırdı. Türkiye'de bu hastalığın görülmesi pek mümkün değil.



Hikayenin ana kahramanı Tatsushiro Satou'da bir hikikomori. Üniversitedeki 2. yılından sonra okulu bırakıp evine kapanmıştır. Durumu ağır olmamasına rağmen mutlu değildir. Bulunduğu durumdan kurtulmak istediği bir gün kapısı çalınıyor ve misyoner olan yaşlı bir kadın ve torunu Misaki ile karşılaşır. Misaki'den etkilenmesine rağmen kadının dağıttığı dergilerde hikikomori yazısını görünce sinirlenir ve tekrar kendisini odaya kapatır. Liseden bir kızın dünyada komploların olduğunu sözünü hatırlayarak başına gelen tüm olayların bir örgüt tarafından yapıldığına kendini inandırır: Nihon Hikikomori Kyokai. Satou evindeki elektronik eşyalarla konuşacak kadar sıyırmasına rağmen Misaki onda bir umut görüp yardım etmeye çalışır.




Mangasını okumadığım için kıyaslama şansı bulamadığım Welcome to the NHK hastalığı ve bu hastalığa sahip insanları başarılı bir şekilde anlatmış. Dram olmasına rağmen zaman zaman gülümsetiyor. Bir sorunu çözebilmek için en başta sorununu kabullenmelisiniz. Sorunun farkında olmanıza rağmen hem ileri hem geri adım atma gibi ikilemde ve nihayetinde duraklamanız sorunu çözmeyi zorlaştıracaktır. Sadece bu hastalığa değil hayattaki pek çok soruna bunu uyarlayabilirsiniz. Kötü yanlarına gelecek olursam kurgu beklediğiniz gibi gitmeyebilir ve sabır seviyenize göre uyuz olabilir, 24 bölümlük bu animeyi sıkılıp bırakabilirsiniz.




Depresyona girince üzülmeyin. Daha kötüsü de olabilirdi.






Evliliğin Ciddi Bir Müessese Olması



Tanıdığım kimsenin ağzından çıkmadı ama böyle bir söz var. Ona gelmeden biraz evlilikten bahsetmek istiyorum.

Bence evlilik, gerçekten sevdiğin insanla evlendiğin zaman güzeldir. Parası için biriyle evleniyorsan ya bir halt olamamışsındır ya da ucuz hayatına pahalı şeyler sıkıştırmak istiyorsundur. Görücü usulüyle evleniyorsan kimseyi bulacağını düşünmemiş, sırf evlenmek için evlenmişsindir. Fizyolojik ihtiyaçların için evleniyorsan süt için inek besleyen adam olursun, ayrıca günaha girmemek için yüzük takarsın. Yurtdışında yaşamak istiyorsan yabancı birini bulursun ve evlenirsin.

Evlilik duruma ve evlenilen insana göre mantıklı ya da mantıksız bir durum olurken direk "mantık evliliği" demek nedir? Ya mantık evliliği aslında mantıksızsa? Bu nasıl bir paradokstur lan. İlerde mutlu olurum diye insan evlenir mi? Aşık olduğun insanla evlenmek mantıklı değil midir? E o zaman neden böyle bir kullanıma gerek duyuldu?

"Evlilik ciddi bir müessedir." lafına da tav oluyorum. Evlilik kötü müdür? Para kazandırır mı, vergisi var mıdır? Ev ortamında ciddi mi olmalıyız normalde? Kakara kikiri evlilikler de mi var yani? Ciddi bir evlilikte ne oluyor, seks yaparken gülmek yasak mı? Ciddiyet, kadın yemeği tuzlu yapınca dayak atmak mıdır? Erkek televizyondan başını kaldırmayınca televizyonun fişini çekmek midir? Olması gereken yoksa olması istenen mi?

Pek ciddi bir yazı olmadı. Kusura bakmayın.

Oculus Rift Reklamı



Reklamı izlemeden yorumumu okuyup okumamak size kalmış.

Oculus Rift şu hani bir takım Hollywood filmi ve çizgi dizilerde gördüğünüz gözlüğü (gerçi kaskla bütünleşmiş ama) takınca sizi başka dünyalara götüren, sanal gerçeklik veren elektronik bir alettir. Şu an son halini almış değil. Eğer kiti sipariş vermek isterseniz 300 dolar ödüyorsunuz ve uyumlu olduğu oyunlardan birini açıp deneyebiliyorsunuz. Benim deneme şansım olmadı şu an almayı da düşünmüyorum.

Oculus Rift için amaçlanan oyunun içinde olma hissiyatını sonuna kadar yaşatması. First Person Shooterlarda (bir silahsın gidiyorsun tarzı) zaten karakterin gözlerinden gördüğümüz için en uygun oyun türü bu. Özellikle düşman askerleriyle çatışırken ya da korku oyununda orada hissi oyunun lezzetini arttıracaktır.

Tüm bunlar yaşanırken insanların gözden kaçırdığı bir şey olmuş o da cinsellik yani sanal seks.

Videonun neden YouTube'dan kaldırıldığını izleyince anladım. Reklam bir şaka, ancak resmi olmasını biraz garipsedim. Verilen mesajı da tam çözebilmiş değilim. "Bayıldığınız, hayranı olduğunuz kadın karakteri karşınızda çıplak görebileceksiniz. Hayal gücünüzle beraber gerisi size kalmış." Yani... Sert eleştiremiyorum. Belki oyuncuların istediği ya da olması gereken biraz da budur. Öldür, yok et, puan topla nereye kadar?

Sözde Fotoğrafçılar



Başlığı görüp alınmayın hemen. Okursanız kimleri kastettiğimi anlayacaksınız. Bir kez daha düşündüm de, alının. Fotoğrafçılığı ne hale soktuğunuzu görün.

İnsan büyüyünce erişkin olunca bile içindeki çocuk hiç değişmeyebiliyor. Eskiden Action Man ile Barbie bebekle oynayan insanlar artık pahalı kameralarını ve zeki telefonlarını ellerinden düşürmüyorlar. İkisinin de ortalık özelliği fotoğraf çekebilmeleri. Kameranın iyi yanı o pek bilmediğim ISO gibi ayarları etkin kullanabilme daha iyi odaklanabilme ve daha yüksek çözünürlüklü fotoğraflar çekmesi. Telefonun iyi yanı ise kullanımının daha pratik olması, kolay taşınabilmesi, anında efekt yapıp fotoğrafı paylaşabilme. İkisinden biri olduğu zaman haliyle ortalık fotoğraftan geçilmiyor. Ve bu insanlar göğüslerini öyle kabartıyorlar ki sanki uluslararası fotoğrafçılık yarışmasında jüri ödülü almışlar.

Çok basit sıradan bir şey bile instagram ile ilginç gözüküyor. Bunu siz yapmadınız, program yaptı. Hem gerçeği çarpıttınız hem de kendinize pay çıkartmaya çalıştınız.

Pahalı kameralarla gezen ve çok güzel fotoğraf çektiklerini zanneden insanlar da var. Hak etmedikleri halde Nikonlarını milletin gözüne sokarak gezerken gerçek fotoğrafçılar kamera alabilmek için ya başka işlerde çalışıyor ya da borçla alıyorlar.

Eleştirmenize izin de vermezler. "Kamera benim, hobi benim. Sana ne?" Şöyle bir örnek ile izah edeyim. Çizim yapmak hobidir, karalamak değil.

Fotoğrafçıları ışığa tutarak sahte olup olmadıklarını anlayamıyorum. Ancak photography ya da fotoğrafçılık tarzı yazıları yazıyorlarsa gerçekten bir şeyler yapıyorlardır. Nüfus il müdürlüğüne vesikalık çektiren kolonya kokulu fotoğrafçıları saymıyorum tabii.

Tamamen internet ile ilgili bir eleştiri yazısı, makale yazacak olursam sayfalarca sürer. Bu yüzden parça parça yazıyorum ki birleştirince tablo yine ortaya çıksın. İnternet bize hava atma imkanı sağladı arkadaşlar. Kendimizi dev aynasında görmeyi bırakıp göstermeye başladık. Biraz dürüst olup sandığımız gibi dev olmadığımızı göstersek? Ne dersiniz?

Not: Konu ile ilgili bir web sitesi You Are Not A Photographer

13 Eylül 2013 Cuma

Paprika


Satoshi Kon'un ölüm haberini alalı uzun zaman olmuştu. Hakkında pek bir şey bilmememe rağmen üzülmüştüm. Tokyo Godfathers gibi diğer yapımlarını da izlememiştim. İzleseydim ne büyük bir dehanın gittiğinin farkında olurdum ve üzülmek için de daha çok nedenim olurdu. Satoshi Kon, Hayao Miyazaki kadar popüler değil belki ama onun gölgesinde kaldığını da düşünmüyorum.

Paprika'yı tamamen umursamazlığım ve tembelliğim yüzünden uzun süre izlemeyi ertelemiştim. Geçen gün izleme şansım oldu. Sanki Inception'ın animesi gibi, ancak pek aksiyon yok. Tabii Inception Paprika'dan daha sonra çıktığı için esinlenen taraf o olmalı.



Tokita Kosaku, DC Mini adında bir psikoterapi aleti yapmıştır. Birlikte çalıştığı terapist Chiba Atsuko ve avatarı Paprika ile sorunları olan insanların rüyalarına girip onlara müdahale edebilmektir. Psikolojik sorunları olan insanları tedavi amaçlı düşünülse de 3 adet prototipin çalınmasıyla kötü güçlerin elinde güçlü bir silaha dönüşecek potansiyeli açığa çıkar. Rengarenk olması bir kabusu daha güzel yapmaz. Özellikle kafayı sıyırmışsanız.



Oldukça renkli ve derin bir film Paprika. Paprika'da öyle, en sevdiğim bayan karakterlerden biri oldu. Bir karakterin uyanık halde iken bile rüyada olması, rüya ve gerçeklik arasında gidip gelmesi ve kurgunun birden değişmesi takip etmeyi biraz zorlaştırıyor. Yine de bunu bir eksi olarak görmemek lazım. İş dikkati toplamakta bitiyor.



Paprika sapmadan, dümdüz giden filmleri sıkıcı bulanlara ve renk cümbüşünde kaybolup bundan bir anlam çıkartmak isteyenlere tavsiye edilir.

11 Eylül 2013 Çarşamba

Öğrencilerle Yaşamanın Kötü Yanları

Açıkça söylemem gerekirse başkalarıyla yaşamak, özellikle öğrencilerle, kötüdür.

Kalacağınız insanları her zaman seçemezsiniz. Yurt gibi ortak paylaşılan alanlarda kalacağınız insanları sizin belirlemek gibi bir lüksünüz yoktur. Bazen herhangi bir neden olmaksızın o piti piti yöntemiyle bazen de erkenden geçe doğru sıralanarak bir odaya verilirsiniz. Oda/arkadaşlarınız göre Türkiye'nin her yerinden ya da Dünya'nın her yerinden insanlar olabilir. Bu çeşitliliğin iyi yanı farklı insanlar tanırsınız, kötü yanı bu insanlar sizi çileden çıkartabilir. En önemli sorun, kafanız tamamen uyuşmaz ve anlaşamasanız bile bu insanlarla kalmanız gerekecektir. Sizi yok sayabilir ya da yavşakça bir laubalilikle yaptığınız söylediğiniz her şeye laf edip karışabilirler. Rahatsız edecek her şeyi yapabilirler. Bunun sonu tacize ve kavgaya kadar varabilir.

Ev gibi kira ödenen bir yerde kalıyorsanız kirayı bölüşme şansınız olur. İşin kötü ise bu insanlar parayı verdikten sonra basıp gitmeyecekler ve dolayısıyla yalnız kalmayacaksınız. Odanıza/evinize girdiğinizde hemcinslerinizi (yurtdışında bile kızlı erkekli kalamıyorsunuz) görürsünüz. Yorucu bir gün geçirmişsinizdir, kafanızı dağıtmak ya da dinlenmek istiyorsunuzdur ancak insanların arasından kurtulup yine insanların arasına düşersiniz. Ne kadar insan o kadar kirlilik demektir. Çöp, bulaşık, koku, gürültü ve her türlü kirlilik yaşanan yeri çekilmez kılar. Siz titizseniz onlar dağınıktır, siz dağınıksanız onlar temizdir. Banyo kuyruğu, buzdolabı karmaşası da cabası. Eve kız/erkek mi atacaksınız? İçerde birileri varken bunu yine de yapabilecek misiniz? Mastürbasyon mu yapacaksınız? Odada başka biriyle kalıyorsanız zaten yapmanız mümkün değil. Tuvalette işinizi görmeye çalışırsanız ya başkasının gireceği tutar ve geçirdiğiniz dakikaları sayar ya da kötü ses yalıtımı sizi ele verir. Mahremiyet adına hiçbir şeyiniz kalmaz

Bir insanı tanımanın en etkili yollarından biri evdeki davranışlarını gözlemlemektir. Kafa dengi anlaşabildiğiniz birilerini buldunuz. Güzel. Peki ya madalyonun karanlık tarafını görememiş ve yanlış insanlar seçmişseniz? Belki muhabbeti iyidir ancak çok dağınıktır, kültürlüdür ama sürekli kokuyordur, sessizdir ama sorumluluğunu yerine getirmez.

Ortak bir alan olduğu için ortak kararlar vermeniz gerekir ve çoğu insan öncelikli olarak kendi fikrinde diretir. Bu pencerenin açılmasından, lambanın kapatılmasına kadar gider. Eğer tartışmacı biri değilseniz, nasılsa bunlarla kalmam gerekecek şimdi bir şey yaparsam ilerleyen günlerde başım daha çok ağrır iyisi mi alttan alayım dersiniz. Bir kere, iki kere bir süre sonra alttan alacak haliniz kalmaz. Nazik olmak, tatlı dil her zaman işe yaramaz. Karşınızdaki bir yılan olmayabilir. Biri kendini sürü lideri sanıp her şeye karar vermeye kalkar ve baskıcı yapısının altında ezilirsiniz.

Başınıza gelebilecekleri yazdım. Korkarım sorunu belirlemek çözüm getirmekten daha kolay. Gerçekten iş çekilmez bir hal aldığında ne yapıp edip yerinizi değiştirin ve tanıdığınız, aynı ortamda kalabileceğiniz insanlar bulmaya çalışın. Hakkınızı arayın ve kendinizi ezdirmeyin. Siz kimseye muhtaç değilsiniz ve kimse de size muhtaç değil. Elinizden geliyorsa tek kalın. İnanın bazen tek kalmak en iyisidir.

27 Ağustos 2013 Salı

Saygı Görmeyen Yaratıcılık





Dönüp dolaşıp bazı insanların yaratıcı her şeyi uyuşturucu ve alkole bağlamalarından bıktım. Sizin de başınıza gelmiştir. Gelmediyse deneyin, denemesi bedava.

Bir grup içinde tamamen farklı bir şey söyleyin, aykırı davranın ya da yepyeni bir fikir öne sürün, düşünülmeyeni düşünün, söylenmeyen düşünceyi söylenmeyin... Biri çıkıp yavşakça bir ifadeyle aşağıdakilerden birini söyleyecektir:

A) Neyin kafası lan bu?
B) Ne içiriyorsun lan sen?
C) Ne çektin oğlum?
D) Kafan mı güzel hacı?

Tebrikler! Tüm bilgi birikiminiz, kafanızda çakan şimşek, hevesle söylediğiniz şey tuzla buz oldu. Lafınız dinlenmeseydi böyle bir tepki almazdınız. Ama, öte yandan, duymak istediğiniz şey bu değildi. Gündem, ağzınızdan çıkan değil siz oldu. Banallik prim yaptı.

Toplum komik. O kadar komik ki arada gülmeyi unutuyorum. Genel algıya göre tüm sanatçılar, farklılar keşmiş. İnsanda ilham varken uyuşturucuya ihtiyaç yoktur. Tüm uyuşturucu çeken insanlar da felsefe yapmıyor, yeni bir şeyler çıkarmıyor, icat etmiyor. Bazıları mal gibi gülüp, oraya buraya saldırabiliyor. Ama bu demin bahsettiğim sığ bulanık sulardaki insanlar bunu görmezden geliyor ve zerre kadar saygı duymuyorlar. Saygı duyduğunuz bir şeyi aşağılar mıydınız? Yükselemeyeceğiniz için diğerlerini aşağı çekmek isteyebilirsiniz.

Bu arada, içinizden gelirse çektiğiniz şeyin oksijen olduğunu söyleyin. Yaşamak nefes almak değildir. Bunu onlara bakarak da anlayabilirsiniz.

APcritic English

Dear readers, when you see a thread on my blog you must have surprised of seeing it in Turkish. Due to reach non-Turkish readers, I have decided to write my critics also in English. Soon you'll be able to read.

25 Ağustos 2013 Pazar

Brutal Doom




Hiç olmadığı kadar vahşi

Doom'u severim. Oynadığım tüm oyunlar arasında ayrı bir yeri vardır. İlk gözağrılarımdan değildir. Sonradan tanıdım kendisini. Wolfenstein'e göre oldukça kanlı, ürpertici ve hızlıydı. Bilgisayar oyunlarının insanı şiddete yönelttiği söylenen oyunlardan biridir Doom. Silahlı zombilere, roketle patlayan yaratıklara, parçalanan Arachnotronlara rağmen abartıldığı kadar şiddet içermiyordu. Brutal Doom'a kadar...



Modu ilk iki Doom ve Final Doom gibi ek bölümlerde çalıştırabiliyorsunuz. Yeni sesler ve efektler eklenmiş. Bazı silahlara yakınlaştırma (iron sight) özelliği eklenmiş. Artık minigun ve testere hariç diğer silahlarda şarjör değiştirmek gerekiyor. Duke Nukem klasiği olan tekme atma eklenmiş. "Fuck yourself" diyip hareket bile çekebiliyorsunuz artık. Deathmatch maçlarında taunt yapılır ama bu kadar ofansif değil. Eh, klavye ya da mikrofonla küfür edilmesinden iyidir.



Ve geldik modun "Brutal" yanına. Bu sadist bir mod arkadaşlar. Son zamanlarda bu kadar şiddet içeren bir şey görmemiştim. Öyle ki, Doom bunun yanında çocuk oyunu kalıyor. Her silahla katliam yapabilmeniz mümkün. Kısa sürede ortalık vücut parçalarından geçilmiyor. Fatality tarzı bitiriş hareketleri eklenmiş. Mesela, savunmasız bıraktığınız bir Imp'in kafasını ezebilirsiniz. Silaha, çevresel etmene ve yaratığa göre biz de farklı şekillerde ölüyoruz. Yaratıkları vurunca bazen ilk seferde ölmüyorlar. Can çekişiyor ve bağırıyorlar ki beni rahatsız etti. Doom bu halde çıksaymış yasaklardan ve eleştirilerden kurtulamazdı. Bence abartı olmuş. Tabi korku filmlerini sevmediğim ve şiddet pornosu beni rahatsız ettiği için bunları söylüyorum. Son karar sizin.


Çıldırtan İnternet Sorunları



İlk internetimiz, 2000 yılıydı sanırım, 56k bağlantılı Superonline'dı. O zamanlar modemin sesini dinlerdik. İnternet ile hiç haşır neşir değildim, tek yaptığım oyun oynamaktı. İnterneti kullanınca telefonu meşgule atar, arayan ulaşamazdı. Sonra 2004'te ADSL bağlattık eve. O zamanda 256kb hızımız vardı ve ben Knight Online oynuyordum. Zamanla hız kendiliğinden 2 Megabit'e kadar çıktı. En son sürekli kotayı aştığımız için babam dayanamadı ve interneti sınırsız yaptı. Artık hız 8 Megabit'e çıkmıştı. Hoş maksimum 7 Megabit gözüküyordu. Artık internet daha hızlı ve daha iyi ancak bir şey kesinlikle değişmedi.


Gelişen teknoloji ve altyapıyla sorunsuz gitmesini istiyoruz ancak olmuyor. İnternet sorunları bitmiyor arkadaş! Hangi birinden bahsedeyim. İnternet elektrik gibi, su gibi nedensiz yere kesilebiliyor. En çok ihtiyacım olduğunda nedenini anlamadığım bir bağlantı sorunu yüzünden bağlanamıyorum. İndirdiğim dosyalar tamamlanmadan bağlantı kopuyor ve tıpkı telefonu şarja takmışım da temassızlık yüzünden şarj olmamış gibi kalakalıyorum. Bağlantı hızım 7 Megabit olmasına rağmen Adil Kullanım Kotası yüzünden 3'e düşüyor. Bazen hız kafasına göre düşüyor. Evde değil gittiğim her yerde sorunlu internet vardı. Lapland Üniversitesi'nde 93 Megabit hızı gördükten sonra her internet yavaş geliyor ya, ona da lanet olsun.  

Kapanışı yasaklı sitelerle yapalım. Dürüst olalım, içimizde porno izlemeyen var mı? Yok. Peki biz neden devletten porno izlemek için izin almak zorundayız?





Gereksiz Telefon Bağımlılığı



Staj paramı elimde olanlarla teknolojiye gömeceğim şu günlerde kafam telefonlara takıldı. Nerdeyse herkesin elinde son model telefonlar var. Hep öyle oldu. Ben ortaokuldayken de, lisedeyken de çoğu kişinin telefonu benimkinden iyiydi. En son çalıştığım yerde çaycıda, şoförde hatta çocukların elinde bile iPhone 5 görünce bu yazıyı yazma ihtiyacım oldu.

Ellerinde o kocaman telefonları tutan çocuklar ve ailelerine sözüm.

Ellerinden telefonu düşürmeyen kızlardan hoşlanmıyorum. Ne kadar sinir bozucu olduklarını makyaj aynalarına bakarken bile fark edemeyecekler. Birşey söylemene rağmen ellerini telefondan ayırmaz. Buluşursun ama o devamlı telefonla ilgilenir. Bari yanımda yapma şunu, belli ki seninle ilgilenmek için oradayım ve başbaşa oturuyoruz. Saatlerce mesaj yazar ama ihtiyacın olduğunda cevap vermez. Kontörüm bitmedi, görmedim her zaman değil ama çoğu zaman yalandır. Dış görünüşe o kadar bakmayın. Güzel, çirkin her telefon manyağı kız biraz iticidir.

Ellerindekini doğru düzgün kullanmayanlar var. Akıllı telefon aldıysanız iTunes, Google Play Store gibi mağazalardan işlevsel programlar ve keyifli oyun indirirsiniz.Sosyal paylaşım sitelerine girersiniz. Fotoğraf video çekersiniz. E-postalarınıza bakarsınız. Ya haberleri takip eder yeni şeyler öğrenir ya da kendi düşüncelerinizi paylaşırsınız. Haritayı açar keşfe çıkarsınız. Müzik dinlersiniz. Bunları doğru düzgün yapmıyorsanız, ne halt yemeye akıllı telefon kullanıyorsunuz? Çevremdeki çoğu insanın telefonlarını gösteriş için aldığına inanmaya başladım. iPhone alıp içini gram doldurmayan insanlar var. Sıradan telefon gibi kullanmaya devam edeceksen ne anlamı var o kadar para verip iPhone almanın? Zaten herkes pahalı telefon kullanabiliyor, kime neyin havasını atmaya çalışıyorsunuz? Herkes kullanıyor diye alanlar da muhtemelen sürü psikolojisine uyanlardır.


15 Ağustos 2013 Perşembe

Uykusuz Bozdu Mu?



Başlığı görünce hemen "fan"lar gibi hiddetlenmeyin. Belki hak verirsiniz, belki farklı noktalara değinmiş olabiliriz. Eğer dergiden biri şu an bu yazıyı okuyorsa trolllük yapmadığımı ve dergiye pislik atmak gibi bir niyetim olmadığını yazının sonuna gelince anlar diye umuyorum.

2007'de yayınlanan ilk sayısından beri Uykusuz alıyorum. Evet, tüm sayılarını okudum. Dergi çıkmadan önce de 2003'den beri Penguen'i de okuyorum. Belirli aralıklarla Lombak, Kemik ve Fermuar'ı (şu an ki çizer ve yazarların bir kısmının çalıştığı eski dergiler) takip ettim. Hem eskiden okuduğum güzel insanlar vardı hem de yenilerini de tanımış oldum. Genel kültür ve mizah anlamında bana çok şey kattı. Bundan dolayı teşekkürleri sunuyor ve eleştirilerimi sıralamak istiyorum.

1 - Ekibin bir kısmının mail adreslerinin belirtilmemesi

İlk sayıda Ersin Karabulut dergi için ne kadar heyecanlı olduklarından, derginin dayanıp dayanamayacağından bahsediyordu. Şimdi, sanki yeterince okur kitlesine ulaştılar ve artık eleştirileri önemsemiyorlarmış gibi geliyor. Bazı çizerlerin köşelerinde mail adresi yok, hatta sosyal paylaşım sitelerinde bile hesapları olmayabiliyor. Kulak tıkamalarının nedeni belki de bu yüzden. Bazı okurların rahatsız edeceğini ya da küfür, tehdit içeren mailler alacaklarını tahmin edebiliyorum. Nedeni bu olabilir. Ancak bu şekilde ilgili okurlarla olan bağlantıları da kapatmış oluyorlar. Cihan Kılıç'a ulaşmak isterdim. "Ve Sinem..."in ne kadar komik olmadığını, çoğu zaman Sinem'in hikayenin içinde bile olmadığını söylemek ve neden ısrarla bu seriye devam ettiğini sormak isterdim. Cevap vermezdi belki ama en azından okurdu.

2 - Ekibin söyleşilere katılmamaları

Önceki madde ile bağlantılı bu. Eskiden üniversitelere senede 1 kere bile olsa gelirlerdi, sorular cevaplanır ve güzel bir ortam oluşurdu. Katılımda yoğun olurdu. Artık talep olmasına rağmen bunu yapmıyorlar. Bunu üniversitemin bir ara üyesi olduğum karikatür kulübünden biliyorum. Açık açık söyleşi yapmak istemediklerini söylüyorlardı. Burada bencil olan kim merak ediyorum. Uykusuz mu yoksa okurlar mı?

3 - Temcit pilavına dönmüş köşeler

Aklıma ilk başta "İpek ve Burak" geliyor. Kabul ediyorum, Oky ilişkiler konusunda deneyimli ve köşeleri de en etkin olduğu bu konu üzerine. Ama, yeter artık ya. Bıktım sürekli tartışan, birbirini aldatan bu çiftten. Erkekler çıktığı biri olsa bile başka kadınların götüne bakıyor, kadınlar da trip atıyor. Eğer tüm anlatılmak istenen bu ise yeterince okuduk bunu zaten.Seveni var ama şu da unutulmaması gereken bir gerçek ki, en çok kim yer işgal ediyor denecek olursa ben Oky derim. Kendisine ya çizimine uyuz olduğum için değil.

4 - Verilen sözlerin tutulmaması ve okura karşı olan sorumlulukların yerine getirilmemesi

Hatırlasınız, Uykusuz Yaz sayısı çıkacaktı bu dergide belirtilmişti. Ama sonradan yalan oldu. Muhtemelen Gezi olayları yüzünden yetiştirilemedi. Uykusuz yeterince destek çıktı olaylara bu yüzden kendilerine hak veriyorum. Ancak, dergide "Uykusuz Yaz sayısını çıkartamayacağız. Özür dileriz." gibisinden bir yazı yazılmadı. Ben Ersin Karabulut'a sormasaydım akibetini yaz bitmeden öğrenemeyecektim. Bülent Üstün, mesela, uzun zaman önce kayboldu ve ansızın tekrar geldi. Hiçbir şey söyleme gereği duymadı. Kötü Kedi Şerafettin filmine ne olduğuyla ilgili bir bilgi de yok. Bazı yazarlar eskisi gibi "Köşeyi yetiştiremedim. Kusura bakmayın." bile yazmıyorlar artık. Köşe var mı, yok. Nedeni ne? Bilmiyoruz!

5 - Uykusuz'un ticarete atılması

Her ne kadar popüler köşelerin kitabının daha çok okura ulaşması ve hak ettikleri değeri görmeleri güzel olsa da, işi biraz ticarete döktüklerini düşünüyorum. Eğer takip eder, en kötü ciltleri alırsanız bu köşeleri okuma şansınız olur. Burada sorun zaten başından beri dergiyi takip eden okurlar için bir şeyin çıkartılmaması. Neden baştan sona okuduğum Amatör'ün kitabını ya da Cihan Ceylan'ın karikatürlerini almak isteyeyim? Yapılacak en iyi şey Emrah Ablak'ın Tübitak: Saklı Düşman'ı gibi dergide yayınlanmamış yeni içeriklerin çıkartılmasıdır.

6 - Derginin eskisi gibi yeterince komik olmaması

Bu oldukça subjektif bir durum. Elbette benim de dergiyle beraber yaşlanmamın, zevk alışkanlıklarımın değişmesinin de etkisi var. Lakin genel bir kalite düşüklüğünü görmezden gelemeyiz. Bunun dışında çok fazla sinir bozucu olayın, haberin olması kapağa, 2. ve 3. sayfalara yansıması ayrı bir konu ancak bunda Uykusuz'un suçu yok. Yine de insan bir süre sonra gülmekte ve haliyle onlarda bunu komikleştirmekte zorlanıyor.

Benim düşüncelerim bunlar. Ben Uykusuz'u almaya ve okumaya devam edeceğim. Ancak memnun değilim, bıkkınlıkla ve çabucak okuyorum her sayısını. Umarım bu yazı bir işe yarar.




Aşk Şarkıları Takıntısı



Düşünmeden edemiyorum. Şarkı yapılacak o kadar çok konu var. Tarih, açgözlülük, teknoloji, doğa, uzay, uyuşturucu, sosisli sandviç, zürafa, kek, mor rengi... Nedir bu aşk şarkısı yapma ısrarı? 

Gerçekten talep yüksek olduğu için mi yoksa hislerin basitçe dışa vurup satması kolay olduğu için mi bilmiyorum. Bazı şarkıcılar ve gruplar (çoğunluğu pop ve arabesk türünde olanlardan bahsediyorum) sadece ama sadece aşk, hadi sevgiyi de katalım, üzerine şarkılar yapıyor. Aşkı çıkartınca demek ki enstrümantal şarkılar çıkartıp duracaklar. Tek bir konu üzerinde ne kadar yaratıcı olunabilir? Dönüp dolaşıp varacağınız yer çok sevmek, yaralanmak, aldatmak, aldatılmak, terk edilmek vesaire zorlama şeyler olacak. Suistimal için harika. Dolayısıyla her kuyruk acısı yaşayan ve sevip kavuşamayan dinleyip kendince duygularından yola çıkarak diğer insanlara da zorla dinletecek. Örnek mi istiyorsunuz? Bengü'nün Yaralı şarkısı. Kendimi sağır etmek istiyorum ben bu şarkıyı duyunca. Sevenler olabilir ama ben sevmek ve dinlemek zorunda değilim. Yaralı yaralı bakmak ne demek biri bana açıklasın. Sözlerini geçtim melodi de güzel değil ki.

Asıl beni sinirlendiren. Aşk şarkılarının bu kadar çok söylendiği, dinlendiği bir ülkede bu kadar çok kadına yönelik şiddetin, ayrımcılığın ve tecavüzün olması. Bu tutarsızlık beni deli ediyor. "Kocam o döver de sever de.", "Ya benimsin ya kara toprağın." saçmalıkları yüzünden mi böyle? Nerede sizin sevginiz?